“Kesin olarak bilesiniz ki bu vahyi kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz” (Hicr 15/9).
“Sana okutacağız ve Allah dilemedikçe unutmayacaksın” (A‘lâ 87/6).
“Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma! Onu zihninde toplama ve onu okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu anlatmak da elbette bize aittir” (Kıyâme 75/16-19; buna yakın meâlde bir âyet için bk. Tâhâ 20/114).
“Sana okutacağız ve Allah dilemedikçe unutmayacaksın” (A‘lâ 87/6).
“Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma! Onu zihninde toplama ve onu okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu anlatmak da elbette bize aittir” (Kıyâme 75/16-19; buna yakın meâlde bir âyet için bk. Tâhâ 20/114).
Hz. Peygamber, kendisine vahyedilen âyetleri unutmamak, hemen hâfızasına almak için âyetin vahyedilmesi sürerken tekrarlamaya çalışıyordu. Bu âyetler vahyedilerek kendisine, Allah tarafından şu teminat verildi: Onu sana okutacağız; hâfızanda toplayacağız, yani ezberlemeni sağlayacağız; anlaşılmadık yer kalmayıncaya kadar gerekli açıklamaları yapacağız.
Allah’ın, son kitabını koruma vaadi şu tedbirlerle gerçekleşmiştir:
a) Hz. Peygamber ve bir kısım ashabı tarafından tamamı, diğerlerince de çeşitli kısımları ezberlenmiştir.
b) Hz. Peygamber’le Cebrâil, yine Hz. Peygamber’le bazı sahâbîler, kezâ bir kısım sahâbe kendi aralarında Kur’ân’ı karşılıklı okumuşlar, birinin ezbere okuduğunu diğeri dinlemiş ve gerektiğinde düzeltmeler yaparak doğru ve sağlam ezberlemeyi sağlamışlardır.
c) Âyetler geldikçe Hz. Peygamber tarafından vahiy kâtiplerine, ileride mushaf haline getirildiğinde riayet edilecek sıra bildirilmek suretiyle yazdırılmış ve yazılan metin titizlikle muhafaza edilmiştir. Ayrıca sahâbenin de ellerinde yazılı parçalar bulunuyordu.
d) Kur’ân’ın nüzûlü tamamlandıktan kısa bir müddet sonra (Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında) Hz. Peygamber tarafından bildirilen nihaî sıralamaya göre bütün parçalar birleştirilmiş ve yeniden yazılarak koruma altına alınmıştır.
e) Hz. Osman’ın halifeliği döneminde Kur’ân hattının standardize edilmesi suretiyle oluşturulan ana metinden yeni nüshalar kopya edilerek islâm dünyasının başlıca merkezlerine gönderilmiştir.
Yukarıda özetlenen tedbirleri biraz daha ayrıntılı olarak incelemek yararlı olacaktır:
a) Kur’ân’ın ezberlenmesi
Hz. Peygamber’in bütün Kur’ân’ı ezberlemiş bulunduğu hem yukarıda meâli verilen âyette zikredilen ilâhî vaadin zorunlu bir gereği olarak görülmekte hem de onun namazlarda ve namazların dışında münasebet düştükçe sayfalarca Kur’ân’ı rahatça ezbere okumuş olduğu anlaşılmaktadır. Resûlullah en azından Kur’ân nâzil olmaya başladığı senelerde okuma-yazma bilmiyordu (ümmî idi; bk. A‘râf 7/157-158). Bu sebeple onun ezberlemesi yazılı bir metni değil Cebrâil’in getirdiği vahyi okuyarak gerçekleşmiştir.
Sağlam rivayetler birçok sahâbînin Kur’ân’ı baştan sona ezberlemiş bulunduklarını ifade etmektedir. Dört halife, Talha, Sa‘d, Abdullah b. Mes‘ûd, Huzeyfe, Sâlim, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Zübeyir, Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme, Ubâde b. Sâmit, Muâz, Übey bunların meşhurlarıdır. Sahâbeden günümüze kadar ümmet içinde Kur’ân’ı, dinî bir görev ve ibadet şuuruyla baştan sona ezberleyenlerin ve mushafı hiç yüzüne bakmadan başından sonuna kadar okuyabilenlerin sayısı her dönemde artış kaydetmiştir (geniş bilgi için bk. Nebi Bozkurt, “Hâfız”, DİA, XV, 74-78).
b) Mukabele
Sahih hadislerden anlaşıldığına göre Kur’ân nâzil olurken her ramazan ayında Hz. Peygamber onu Cebrâil’e okumuştur. Bu karşılıklı okuma dinleme işi (arza, mukabele) her ramazanda bir kere, Hz. Peygamber’in hayatının son ramazanında ise iki defa gerçekleşmiştir. Bunun yanında Resûlullah güzel Kur’ân okuyan bazı sahâbîlere onu okutarak dinlemiştir. Ayrıca daha Mekke devrinden başlamak üzere sahâbe, yazdıkları veya ezberledikleri Kur’ân âyetlerini birbirlerine okumuş ve öğretmişler, üzerinde müzakereler yapmışlardır.
c) Kur’ân’ın yazıya geçirilmesi
Resûlullah okuma yazma bilmemekle beraber yazının, metni korumadaki rolünü bildiği için ilk inen âyetlerden başlamak üzere Kur’ân’ın bütününü vahiy kâtiplerine kendi huzurunda, o zaman elde bulunan ve üzerine yazı yazmak mümkün olan birçok malzemeye yazdırmıştır. Bu kâtiplerin sayısı hakkındaki farklı rivayetler rakamı kırka kadar çıkarmaktadır. Hz. Peygamber’in zamanında ve huzurunda Kur’ân’ın tamamı yazılmış olmakla beraber dağınık malzeme onun döneminde tek bir ciltte toplanıp mushaf haline getirilmemiştir. Bunun da çeşitli sebepleri vardır:
1) Sûre ve âyetlerin geliş zamanlarıyla mushaftaki sıralama aynı değildir. Allah, peygamberine âyetlerin ve aksini iddia edenler varsa da güçlü delillere dayalı tesbite göre sûrelerin, ileride cilt haline getirilirken uygulanacak sıralama şeklini de bildirmiştir. Âyet ve sûrelerin gelişi, o sırada yaşayan ve Kur’ân’a muhatap olan fertlerin ve genel olarak toplumun ihtiyaçlarına göre olmuştur. Nihaî sıralama ise bütün ümmeti, nesilleri ve insanlığı ilgilendirdiğinden zamanı gelince evrensel duruma ve ihtiyaca göre bu da yapılmıştır (sûrelerin tertibi konusundaki tartışma için bk. Osman Keskioğlu, Kur’ân Tarihi, s. 170-172).
2) Âyetler her zaman sûreleri tamamlayarak gelmemiş, ihtiyaca ve duruma göre farklı sûrelere ait âyetlerin peş peşe geldiği de olmuştur. Bu sebeple geliş sona ermedikçe Kur’ân’ı nihaî sıralamaya göre bir kitap ve cilt şekline sokmak mümkün değildi.
3) Kur’ân’ın nüzûlü yaklaşık yirmi üç yıllık bir süre içinde tamamlandıktan sonra Hz. Peygamber çok az (iki aydan biraz fazla veya bundan daha az) yaşamış, bildiği ve bildirdiği sıralamayı yapıp kitabı, mushaf haline getirmeye vakit ve imkân bulamamış, bunu kendisinden sonra gelenlere (halife, ümmete) bırakmıştır.
d) Mushaflaştırma faaliyeti
12 (633) yılında sahte peygamber Müseylime’ye karşı yapılan Yemâme Savaşı’nda şehid düşen çok sayıda müslüman arasında, sayısı yüzlerle ifade edilen Kur’ân hâfızı ve okuyucusu bulunuyordu. Hz. Ömer bu durumu görünce, Hz. Peygamber hayatta iken Kur’ân’ı yazmış, öğrenmiş, ezberlemiş olan kimselerin azalması halinde mushaflaştırma (nihaî sıralamaya göre tertip edip yeniden yazarak bir ciltlik kitap haline getirme) işinin zorlaşacağını düşündü, bu işin bir an önce yapılması için halifeye başvurdu. Bundan sonrasını mushaflaştırma görevini üstlenen Zeyd b. Sâbit şöyle anlatır:
“Yemâme’de verilen kayıptan sonra Ebû Bekir beni çağırttı. Ömer b. Hattâb da yanında idi. Sözü Ebû Bekir açtı:
– Ömer bana geldi ve ‘Yemâme Savaşı’nda birçok Kur’ân hâfızını kaybettik. Buna benzer durumlarda daha birçok hâfızı kaybetmemizden ve bu sebeple de hâfızalardaki Kur’ân’ın birçoğunun kaybolup gitmesinden korkuyorum ve Kur’ân’ın derlenmesini (cem‘) emretmenizi uygun görüyorum’ dedi. Ben kendisine, ‘Resûlullah’ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsın!’ dedim, ‘Vallahi bu hayırlı bir iştir’ cevabını verdi ve bu talebini ısrarla tekrarladı. Sonunda Allah’ın lutfuyla bu teklif gönlüme yattı ve bu konuda onun gibi düşünmeye başladım. (Zeyd’e hitaben) ‘Sen akıllı ve genç bir insansın. Seni hiçbir şeyle suçlayamayız (sana güvenimiz tamdır). Ayrıca sen Resûlullah için de vahyi yazıyordun. Artık Kur’ân’ı (ona ait yazılı malzemeleri ve ezberleri) araştırıp bir araya getir…”
(Zeyd anlatmaya devam ediyor:) Vallahi dağlardan birini yerinden kaldırıp taşımamı isteselerdi bana Kur’ân’ı derleme teklifinden daha ağır gelmezdi. Benim cevabımla konuşma şöyle sürdü:
– ‘Resûlullah’ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsınız?’
– ‘Vallahi bu hayırlı bir iştir.’
Ebû Bekir bana teklifini tekrarladı durdu; sonunda ikisinin gönlüne ve kafasına yatan iş, Allah’ın lutfuyla benim de gönlüme yattı. Hurma dallarının uygun yerlerinden, düz taşlardan... Ve insanların hâfızalarından toplamak üzere Kur’ân’ı araştırmaya koyuldum. Bu suretle derlenmiş olan sayfalar vefatına kadar Ebû Bekir’in yanında idi, sonra hayatı boyunca Ömer’in yanında kaldı, sonra da onun kızı Hafsa’nın yanında koruma altına alındı” (Buhârî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 3; İbn Ebû Dâvûd, Kitâbü’l- Mesâhif, s. 7-9).
Hz. Ebû Bekir’in tâlimatı uyarınca Zeyd b. Sâbit, insanların yazılı veya ezberden getirdikleri Kur’ân parçalarını şu şartlarla kabul etmiştir:
a) İlgili şahıs onu Resûlullah’ın huzurunda yazmış olacak.
b) Buna dair iki şahit getirecek.
c) Genel olarak halkın ezberlediği ve bildiğine uygun bulunacak (bu konuda bilgi için bk. İbn Ebû Dâvûd, Kitâbü’l-Mesâhif, s. 6, 31; Kastallânî, İrşâdü’s-sârî, VII, 447; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, VIII, 631).
Zeyd b. Sâbit hem Kur’ân hâfızı hem de Hz. Peygamber’in vahiy kâtiplerinden biri idi. Hz. Peygamber zamanında yazdırılan Kur’ân sayfaları da elinin altında bulunuyordu. Bu malzeme ve bilgiye dayanarak Kur’ân’ı derleyip mushaf tertibinde yazması mümkün olduğu halde halkın hâfızasındaki ve ellerindeki malzemeye başvurması, karşılaştırma yapması ve ittifak hâsıl olduktan sonra kaydetmesi hem korumaya yönelik bir ihtiyattır hem de ileriye dönük ihtilâfları ve iddiaları önleme amacı gütmektedir.
Abdullah b. Mes‘ûd’un teklifiyle mushaf adı verilen bu nüsha, şüpheye yer bırakmayacak ölçüde titizlikle toplanmış, tertiplenmiş, yazılmış ve ileride açıklanacak olan yedi harfi ihtiva etmiş bulunuyordu. Bu nüshada (mushaf) âyetler geliş sırasına göre değil, Resûlullah’ın bildirdiği nihaî sıralamaya göre ve ait oldukları sûrelere yazılmıştır.
e) Hz. Osman döneminde yapılan çalışmalar
Buhârî yukarıda özetlenen derleme faaliyetiyle ilgili rivayetten sonra Hz. Osman zamanında yapılan “tek harfe indirerek birden fazla nüsha yazdırma” işi hakkındaki bilgiyi de Enes b. Mâlik’ten aktarmıştır. Hicrî 25. yılda Hz. Osman’ı bu faaliyete iten sebep, Ermenistan ve Azerbaycan fetihlerinde bulunan Huzeyfe b. Yemân’ın, evine bile uğramadan doğruca halifenin huzuruna çıkarak kendine orada olup biteni anlatmasıdır.
Huzeyfe’nin verdiği bilgiye göre çeşitli bölgelerden savaşa iştirak eden müslümanlar bu savaş esnasında, Kur’ân’ı farklı okuma yüzünden birbirlerine düşmüşler, sert tartışmalara girmişler, hatta bazıları kendilerinden farklı okuyanları ağır bir şekilde suçlamışlardı.
Farklı okuma sebebi, Hz. Ebû Bekir zamanında yazılan nüshada “yedi harf”in bulunması, bu bakımdan bölge ve kabileler arasında farklı okumalara imkân hâsıl olması ve bazı sahâbîlerin özel nüshalarında Kur’ân’dan olmayan bir kısım açıklayıcı kelimelerin bulunması idi. Huzeyfe bu ihtilâfın tefrikaya, bölünüp parçalanmaya, kitap üzerinde şüphelerin oluşmasına sebep olacağından korkmuş, halifeden duruma müdahale etmesini rica etmişti. Bunun üzerine halife yine Zeyd b. Sâbit başkanlığında dört kişiden oluşan bir heyet kurmuş, heyete daha önce yazılan mushafı ve Kureyş lehçesini esas alıp diğerlerine (diğer harfler) yer vermeden birkaç nüsha mushaf yazmaları, yani ana nüshadan birkaç kopya çıkartmaları emrini vermiştir. Heyet yedi nüsha yazmış, Halife Osman bunları İslâm ülkesinin yedi bölgesine göndermiş, ayrıca bunların doğru okunmasını sağlamak üzere uygulayıcılar da görevlendirmiştir (görevlilerin isimleri için bk. İbrâhim et-Tûnisî, Delîlü’l-hayrân, s.12). Halife bundan sonra Kur’ân’ın bu nüshalardaki şekil ve lehçeye göre yazılıp okunmasını, ona uymayan farklı lehçelerden kelimelerle açıklamaları ihtiva eden özel yazmaların yok edilmesini istemiştir.
Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’i koruma vaadinin bir tecellisi olmalıdır ki, bu ilk nüshaların gönderildiği bölgelerde yaşayan müslümanlar, o mushafları esas alarak onların aynı olan birçok Kur’ân nüshası yazmışlar; ayrıca islâm tarihinin her döneminde ve bütün islâm ülkelerinde çok sayıdaki müslüman tarafından Kur’ân-ı Kerîm ezberlenmiş, böylece bu kutsal emanetin hiçbir değişikliğe uğramadan sonraki nesillere intikali sağlanmıştır.
Hz. Osman’ın anılan heyete hazırlattığı yedi nüshanın âkıbetine gelince, bu konudaki bilgiler net olmamakla birlikte bunların en az üçünün günümüze kadar geldiği kabul edilmektedir. Bu üç nüshadan biri Osmanlılar’ın Medine’den çıkarken yanlarında getirdikleri ve halen Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan nüshadır. İkincisi Timur’un Şam’dan alıp götürdüğü nüshadır ve halen Taşkent’te bulunmaktadır. Üçüncüsü ise İngilizler’in Moğol hükümdarlarının sarayından alıp götürdükleri ve Londra India Office Kütüphanesi’ne koydukları nüshadır (Hamîdullah, Kur’ân Tarihi, s. 87).
İlk mushaflar konusunda değerli bilgiler veren Osman Keskioğlu’na göre de Medine mushafı günümüze kadar gelmiştir. Kûfe mushafının 1689’da Suriye’de olduğu hakkında kesin bilgiler vardır. Şam mushafı son zamanlara kadar korunmuş olup Suriyeli Abdülhakîm Efgånî tarafından resim yapar gibi aynen kopya edilen bir nüshası Şam’da bulunmaktadır. Taşkent’te bulunan nüshanın ise Hz. Osman’ın mushafı olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır (Kur’ân Tarihi, s. 24
0 Comments
Yorum Gönder