Hazreti Peygamber ve Kur'an-kuranbahcesi.blogspot.com
SÖZLERİN EN GÜZELİ: ALLAH’IN KİTABI

Peygamber şehri Medine’nin huzur dolu günlerinden birisiydi. Varlığıyla şehri bereketlendiren Allah’ın Elçisi (sav), yakın dostlarından Abdullah b. Mes’ûd’a seslendi: “Abdullah! Gel de bana Kur’ân oku.” Bir an için şaşırdı, ilminin derinliğiyle tanınan değerli sahâbî. “Yâ Resûlallah, Kur’ân size indirilmişken, ben mi size okuyayım?” sözleriyle anlattı duygularını. Allah Resûlü, “Evet, ben Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de çok seviyorum.” buyurdu.

Okumaya başladı İbn Mes’ûd. Nisâ Sûresi’nin yaratılışı hatırlatan, yetime saygıyı tavsiye eden, miras paylaşımını açıklayan âyetlerini okudu. Nihayet, “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hâli nice olacak!” (Nisâ, 4/41) mealindeki âyete geldiğinde Yüce Peygamber’in (sav) gözlerinden yaşlar süzüldüğünü fark etti. Daha fazla dayanamadı Rahmet Elçisi ve “Yeterli” buyurdu. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 33; Tirmizî,Tefsîru’l-Kur’ân, 4)

Kur’ân’ı diğer bütün söz ve yazılardan ayıran, Yüce Yaratıcı’ya ait olmasıdır. O, “Kelâmullah” (Allah’ın sözü) ve “Kitâbullah” (Allah’ın kitabı)dır. Allah’a ait olduğu için de “sözlerin en güzeli”dir. (Zümer, 39/23) Nitekim bazı kaynaklarda Peygamberimizden, bazı kaynaklarda ise Abdullah b. Mes’ûd’dan nakledilen bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: “Sözlerin en güzeli/doğrusu Allah’ın kelâmı/kitabı; rehberliğin en güzeli Muhammed’in rehberliğidir.” (Buhârî, Edeb, 70; Nesâî, Salâtü’l-îdeyn, 22) O, inananların hep birlikte sımsıkı sarılması istenen “Allah’ın ipi” (Hablullah) (Âl-İmrân, 3/103) ve kopmak bilmeyen “sapasağlam bir kulp”tur (el-urvetu’l-vüskâ). (Bakara, 2/256) Eşsiz yapısını ve içeriğini âyetleriyle bizzat kendisi ilân eder; O, insanları en doğru yola ileten (İsrâ, 17/9) bir şifa kaynağı, bir hidayet rehberi ve rahmet vesilesidir. (Yûnus, 10/57)

Kur’ân, insana dağların bile kaldıramayacağı büyük sorumluluğunu (Haşr, 59/21) hatırlatır. Doğruları ve yanlışları, okuyanın önüne serer ve sağlıklı bir seçim yapmasını sağlar. Ona sorular sorar, bilgiler verir, dünyasını ve âhiretini tanıtır. Kur’ân’ın kendisi için kullandığı, “hatırlatma” anlamına gelen “Zikr”, (Hicr, 15/9) “doğruyu yanlıştan ayırmayı sağlayan” anlamında “Furkân”, (Furkân, 25/1) “yazılı metin” anlamında “Kitab” (Bakara, 2/2) ve “okunan şey” anlamındaki “Kur’ân” (İsrâ, 17/9) isimleri de Kur’ân’ın bu özelliklerini kapsayıcı mahiyettedir.


Dinin temeli Kur’ân’dır. İslâm, Kur’ân’ın indiği gün insanlığa ulaşmaya başlamış, Kur’ân’ın inişi sona erince ise kemale ulaşmıştır. Bir Ramazan günü Hira’da “Oku!” âyetini (Alak, 96/1) duyması ve öğrenmesi Peygamberimizin (sav) ilâhî görevinin başlangıcı olmuştur. Yıllar boyunca, Resûlullah’a (sav) insanlara vereceği mesajları, topluma ise insanlığın gereklerini öğreten yine Allah’ın kelâmıdır. Nihayet “Bugün sizin için dininizi tamamladım.” (Mâide, 5/3) âyeti indikten ve Kur’ân vahyi sona erdikten kısa bir süre sonra Peygamber Efendimiz de (sav) hayata gözlerini yummuştur.
O, Kur’ân’ı ilk öğrenen, ilk okuyan ve ilk yaşayan insandı. “Şüphesiz biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz vahyedeceğiz.” (Müzzemmil, 73/5) âyeti, hemen hemen her gün aldığı vahiylerle hayatında tecelli etmişti. Vahyin ağırlığından kış günü inci inci terlemek, (B2 Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1) Allah’ın buyruklarını dinlemeye yanaşmayanların eleştirilerini göğüslemek ve bu uğurda sabredebilmek, onun yaşam tarzı olmuştu. Kur’ân’ı öğrenme ve insanlara ulaştırma görevindeki büyük özverisi, ümmeti ile arasında belki anne ve evlat ilişkisinden öte bir bağ kurulmasını sağlamıştı. (Ahzâb, 33/6)


Peygamber Efendimizin (sav) en büyük mucizesiydi Kur’ân. Hz. Süleyman’a kuşlarla konuşabilme (Neml, 27/16-22) ve rüzgârı yönlendirebilme (Sâd, 38/36) yeteneğini veren, Hz. İsa’ya ölüleri diriltme ve körleri görür hâle getirebilme (Mâide, 5/110) gücünü bahşeden Allah, son peygamberini de eşsiz kelâmı ile desteklemişti. Kur’ân, bütün insanlara sesleniyor, onlara bilemedikleri ve aralarında tartıştıkları hâlde uzlaşamadıkları konuları öğretiyordu. Doğumdan öncesi veya ölümden sonrası gibi merak ettikleri meseleleri açıklıyor ve muhatapları üzerinde tarifi mümkün olmayan bir tesir bırakıyordu. Kur’ân’ın sağladığı bu inandırıcılığı ve mucizevî etkiyi Allah’ın Elçisi (sav) bir hadis-i şerifinde şöyle ifade buyurmuştu: “Her peygambere mutlaka iman edilen (veya insanların iman etmesini sağlayan) mucizeler verilmiştir. Bana verilen mucize de Allah’ın bana vahyettiği Kur’ân’dır. Sonuçta ben kıyamet günü kendisine tâbi olanları en çok olan peygamber olacağımı umuyorum.” (Buhârî, İ’tisâm, 1) Peygamberimiz (sav), Allah’ın kendisiyle gönderdiği hidayeti ve ilmi, gökten inen bereketli bir yağmura benzetiyordu (Buhârî, İlim, 20) İnsanı insan yapan değerlere susamış Mekke halkı, aradığı saf ve temiz dini Kur’ân’da buluyor, onun olağanüstü anlatım üslûbu karşısında hayran kalıyordu. Sadece Resûlullah’ın (sav) değil Hz. Ebû Bekir gibi güzel sesli bir başka Müslüman’ın Kur’ân okuduğu yerde de müşrik erkek ve kadınlardan, hatta çocuklardan oluşan kalabalıklar toplanıyor, izdiham meydana geliyordu. (Buhârî, Kefâlet, 4) Suya hasret kalanların yağmura kavuşmasını andıran bu manzara, inanmayanlar için dayanılmaz bir mahiyet arz ediyordu.


Müşrikler, “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin. O okunurken yaygara koparın, belki o zaman baskın çıkarsınız.” (Fussilet, 41/26) diyorlardı. “Gidin, ilâhlarınıza tapmaya devam edin… Bu ancak bir uydurmadır.” (Sâd, 38/6-7) diyerek, insanları hiçbir manevî karşılığı olmayan bir puta tapıcılığa teşvik ediyorlardı. Kur’ân’ın niteliğini ve gönderiliş amacını ısrarla çarpıtıyor, kimi zaman onun bir büyü olduğunu söylüyor (Ahkâf, 46/7) yahut “önceki toplumların masalları” yakıştırmasını yapıyor, (En’âm, 6/25)kimi zaman da bir yabancı tarafından Resûlullah’a (sav) öğretildiğini iddia ediyorlardı. (Nahl, 16/103)


Öte yandan onlar, “gece sonsuza kadar sürse güneşi insanlara kimin getireceğini” (Kasas, 28/71) ve “sular yerin dibine çekilip gitse tertemiz suyu kimin bulup çıkaracağını” (Mülk, 67/30) soran Kur’ân-ı Kerim’e cevap veremiyorlardı. Yüce Allah, âyetlerinde müşrikleri önce “Kur’ân’ın benzerini” getirmeye davet etmiş, (Tûr, 52/33-34) ardından “Kur’ân’dakilere benzer on sûre” oluşturmalarını istemiş, (Hûd, 11/13) nihayet “Kur’ân’ın bir tek sûresinin benzerini” yapmalarını teklif etmiş (Yûnus, 10/37-38) ama onlar bunun karşısında aciz ve çaresiz kalmışlardı. Allah Teâlâ açıkça meydan okumuştu: “Allah’tan başkasından gelseydi içinde birçok çelişki bulurlardı.” (Nisâ, 4/82)“Söyle: Bütün insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için toplansalar, birbirlerine istedikleri kadar destek olsunlar, yine de benzerini ortaya koyamazlar.” (İsrâ, 17/88) Ve nihayet Kur’ân-ı Kerim, inanmayanların geldiği son noktayı şöyle değerlendirecekti: “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır, içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır, yarılır da içinden sular çıkar. Taş da vardır, Allah korkusuyla yerinden kopup düşer. Allah yaptıklarınızdan hiçbir zaman habersiz değildir.” (Bakara, 2/74)



İnsanların dine ve Kur’ân’a yönelik kabul veya red biçimindeki bu iki temel yaklaşımı, Mekke’de olduğu gibi Medine’de de devam etmiştir. Hicret’in ardından Medine’de Allah’ın kitabına kalbini samimiyetle açanlar olduğu gibi ona kulak vermemekte diretenler de görülmüştür. Nitekim kendilerine daha önce indirilen kutsal kitaba inanan Hıristiyanlardan bazıları, Kur’ân okununca gözyaşlarını tutamayıp “İnandık yâ Rabbi, bizi de şahitlerle birlikte yaz!” (Mâide, 5/83)diye yakarırken bazıları ise Kur’ân’ın son derece açık sorularına rağmen ikna olmamışlardır. (Bakara, 2/80, 85, 91)



Yaşadığı bütün süreçlerde ve karşılaştığı her yeni durumda Resûl-i Ekrem’e (sav) yol gösteren rehber Kur’ân olmuştur. Allah, vahyin ağır sorumluluğunu yüklediği peygamberini hiçbir zaman yalnız ve desteksiz bırakmamıştır.


Kur’ân’ın niçin indirildiği iyi bilinmelidir. Bu hususta Yüce Allah, “Andolsun biz, Kur’ân’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?”, (Kamer, 54/17, 22, 32, 40) “Bu, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri ibret alsın diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sâd, 38/29) buyurmaktadır. Kur’ân’ın iniş ve okunuş amacı yanlış anlaşıldığında, ilâhî mesajdan yararlanmak neredeyse imkânsız hâle gelecektir. O, ne sadece güzel okunmak için, ne düşünsel polemiklere konu olmak için, ne toplumsal statü sağlama aracı olmak için ne de çıkar sağlamak için gelmiştir. Mehmet Âkif’in ifade ettiği üzere;

“İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!”

Her konuda olduğu gibi müminin Kur’ân’la ilişkisi konusunda da en büyük örnek Allah’ın Elçisi’dir. O, Kur’ân’ın nasıl okunması gerektiğini Yüce Yaratıcı’dan öğrenmişti. Bir defasında vahiy alırken inen âyetleri hızlı hızlı tekrar etmeye çalışmış, “Onu aceleyle almak için dilini kımıldatma.” (Kıyâme, 75/16) şeklinde uyarılınca bu acelecilikten vazgeçmişti. (Müslim, Salât, 147)

Sevgili Peygamberimiz (sav), “Kur’ân’ı ağır ağır, tane tane oku.” (Müzzemmil, 73/4) şeklindeki ilâhî emri titizlikle uygular, Kur’ân okurken âyetlerin arasında bir müddet duraklar sonra devam ederdi. (Ebû Dâvûd, Huruf ve kıraat, 1; Tirmizî, Kıraat, 1) Secde âyeti geçtiğinde secde ederdi. (Müslim, Mesâcid ve mevziu’s-salât, 103) Allah’ın yüceliğinden bahseden bir âyet geldiğinde tesbihatta bulunur, dua edilmesi gereken bir konu geldiğinde durup dua eder, Allah’a sığınılacak hususları ihtiva eden bir âyet okuduğunda ise okuyuşuna ara verip istiâzede bulunurdu. (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn ve kasruhâ, 203) Kur’ân okurken yapılan her türlü zikir ve duaya Cenâb-ı Hakk’ın anında karşılık verdiğini anlatır ve bu hususa örnek olarak namazda Fâtiha okuyan kişinin her söylediği âyete Allah’ın cevap vermesini gösterirdi. (Müslim, Salât, 38) Kur’ân okumanın insana verdiği huzura sığınarak sıkıntılı bir durumla karşı karşıya kaldığında namaz kılardı. (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 22)

Düzenli Kur’ân okumak, Peygamber Efendimizin (sav) aksatmadığı ve çok önem verdiği bir sünnetiydi. Sakîf Kabilesi’nden İslâm’ı kabul eden kişilerden Evs b. Huzeyfe (ra), arkadaşlarıyla birlikte Medine’de Peygamberimize (sav) misafir oldukları günleri şöyle anlatır: “Allah Resûlü (sav) her gece yatsı namazından sonra yanımıza gelir ve bizimle İslâm üzerine konuşurdu. Mekke’de çektikleri sıkıntıları anlatırdı.” der ve şöyle devam eder: “Bir gece yanımıza biraz geç geldi. Ben, ‘Bu gece biraz geciktiniz yâ Resûlallah!’ deyince, ‘Kur’ân’dan her gün okuduğum kadarını (hizbimi) bitirmeden çıkmak istemedim.’ buyurdu. Sabah olunca bu konuyu sahâbîlere sorduk. Onlar, “Biz Kur’ân’ı bölümlere ayırarak okuruz. Üç sûre, beş sûre, yedi sûre, dokuz sûre, kendi içinde birer okuma bölümü (hizb) oluşturur.” dediler. (İbn Hanbel, IV, 9; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 178)

Kur’ân’ı ezberden okuma konusunda, cünüplük hâli dışında hiçbir şey Allah Resûlü’ne (sav) engel olamazdı. (Nesâî, Tahâret, 171) Evde, mescidde, namazda, yolculukta, gündüz veya gece hep Kur’ân okurdu. Ashâb arasında samimiyeti ve ihlâsı ile temayüz eden Abdullah b. Muğaffel (ra), Mekke’nin fethedildiği yıl Peygamberimizi (sav) devesinin üzerinde sesini yükselterek ve dalgalandırarak Fetih Sûresi okurken gördüğünü söyler. (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn ve kasruhâ, 237) Hadis rivayetiyle meşhur sahâbî Berâ’ b. Âzib ise bir defasında Resûlullah’ın (sav) yatsı namazında Tîn Sûresi’ni okuyuşunu dinlediğini anlatır ve “Sesi veya okuyuşu ondan daha güzel olan bir kişi daha duymadım.” der. (Buhârî, Tevhîd, 52)

Öte yandan, Allah Resûlü (sav), Kur’ân’ı güzel sesle ve usulüne uygun okumaya itina gösterirdi. Bu konudaki yeteneğiyle tanınan sahâbîlerden Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye, “Hz. Davud gibi güzel sesle ve ahenkle okuduğu” için övgüde bulunmuş ve “Dün gece senin Kur’ân okuyuşunu dinlerken beni bir görmeliydin!” buyurmuştu. (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn ve kasruhâ, 236) Abdullah b. Mes’ûd, Muâz b. Cebel, Übey b. Kâ’b ve Ebû Huzeyfe’nin evlâtlığı Sâlim ise Resûlullah’ın (sav), “Kur’ân’ı şu dört kişiden öğrenin.” ifadesiyle örnek gösterdiği Kur’ân’ı en iyi bilen ve en güzel okuyan sahâbîlerdi. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 8; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 116)

Peygamber Efendimiz (sav), Kur’ân-ı Kerim’i düzgün okumayı ve âyetlerin anlamlarını kavrayabilmeyi önemsediği kadar inananları Kur’ân’dan sûreler ezberleyerek hafızalarında taşımaya da teşvik ederdi. Kalbinde ve hafızasında Kur’ân’dan hiçbir şey bulunmayan kişiyi, “yıkık dökük bir eve” benzetirdi. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1) Kur’ân’ı ezberleyip düzenli okuyan kişinin vahiy görevlisi meleklerle bir olduğunu, zorlanarak da olsa okumaya çalışana ise (okuması ve zorlanmasından dolayı) iki kat sevap verileceğini vurgulardı. (Buhârî, Tefsîr, (Abese) 1) Namazda imamlık yapmaktan (Nesâî, İmâmet, 11) savaşta ordu yönetmeye (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2) kadar pek çok görevlendirmede Kur’ân’ı bilmeye ve okumaya önem veren Resûlullah’ın (sav), üstündeki elbiseden başka geline verecek bir yüzük bile bulamayan fakir bir kişinin nikahını “ezberlediği sûreleri göz önünde bulundurarak” kıydığı da (Buhârî, Nikâh, 38) bilinmektedir. Yine Allah Resûlü, Uhud Savaşı’ndan sonra ordu yorgun düştüğünden her şehit için tek tek kabir kazdırmak yerine, kabirlerin geniş kazılması ve şehitlerin ikişer üçer birlikte defnedilmesi talimatını vermiş ve Kur’ân’ı daha iyi bilenlere öncelik verilmesini istemişti. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 65, 67; Nesâî, Cenâiz, 87)

Kur’ân okumayı öğrenmiş veya Kur’ân’ı ezberlemiş olmak, sorumlu bir Müslüman açısından başarıya giden yolun sonu değil başlangıcıdır. Kişi okuduğunu anlamalı, ezberlediğini kavramalı, Kur’ân âyetlerindeki mesajları düşünmeli ve araştırmalıdır. Zira Kur’ân, “Müminler için gerçekten bir hidayet rehberi ve rahmettir.” (Neml, 27/77) Öğrenen ama düşünmeyen bir insan, “Kur’ân üzerinde düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpler üstünde kilitler mi var?” (Muhammed, 47/24) sorusuna nasıl cevap verecektir? Bu bağlamda ashâbdan Ebû Ümâme’nin, -bugünkü gibi tertemiz kılıflar içinde hapsolmaya mahkûm edilerek- duvarlara asılan mushafların insanı aldatmaması gerektiğini, Kur’ân’ı gerçekten idrak ve muhafaza eden bir kalbe Allah’ın asla azap etmeyeceğini söylemesi (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1) oldukça mânidardır.

Peygamberimiz (sav), ashâbını Kuran’ı hızlı okumamaları hususunda uyarmıştı. (Dârimî, Salât, 173; Ebû Dâvûd, Şehru Ramazan, 8) Zira o, verdiği ilâhî mesajlarla insana hayat veren Kur’ân’ın hızlı okunarak, anlaşılmasının göz ardı edilmesini istemiyordu. Abdullah b. Mes’ûd’un bildirdiğine göre de ashâb, âyetleri onar onar öğreniyor ve onların mânalarını iyice kavrayıp amel etmeden diğerlerine geçmiyorlardı. (Tahâvî, Müşkilü’l-âsâr, IV, 82; Taberî, Tefsîr, I, 80)Hz. Peygamber namazda Kur’ân okurken ise, “Sesini çok yükseltme; çok da alçaltma.” (İsrâ, 17/110) âyetine uygun dengeli bir ses tonunu benimsemişti. ( Müslim, Salât, 145)

Kur’ân’dan ezberlenen âyetlerin unutulmamasını da önemseyen Resûlullah (sav), “Kur’ân’ı düşünerek tekrar edin! Çünkü onun insanın ezberinden silinip gitmesi, devenin bağından kurtulup kaçmasından daha hızlıdır!” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 23; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn ve kasruhâ, 228; Dârimî, Rikâk, 32) buyurmuştu.

Allah Resûlü, Kur’ân’ın öğrenilmesi kadar öğretilmesine de önem vermiş ve “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” buyurarak ümmetini bu konuda teşvik etmişti. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15) Nitekim o Kur’ân’ı öğrenen, okutan ve gereğini yerine getiren kimseyi kokusu her tarafa yayılan miskle dolu bir kaba, onu başkalarına öğretmeyeni ise ağzı bağlandığı için etrafına misk kokusunu yaymayan bir kaba benzetmişti.

Ebû Hüreyre’den gelen rivayete göre, Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu: “Kur’ân’ı öğrenin, onu okuyun ve okutun. Kur’ân’ı öğrenen, okuyan ve gereğini yapan kimse, her tarafa koku yayan misk dolu bir kaba benzer. Kur’ân’ı öğrenen (fakat onu çevresine yaymayan), yatıp uyuyan kimse ise ağzı bağlı koku yaymayan bir misk kabına benzer.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2)

Bir başka hadisinde ise şöyle bir benzetmede bulunmuştu: “Kur’ân okuyan mümin turunç gibidir; tadı da güzeldir kokusu da güzeldir. Kur’ân okumayan mümin hurma gibidir; tadı güzeldir ama kokusu yoktur. Kur’ân okuyan günahkâr kişi reyhan otu gibidir; kokusu güzeldir ama tadı acıdır. Kur’ân okumayan günahkâr kişi ise Ebucehil karpuzu gibidir; hem tadı acıdır hem de kokusu yoktur.” (Buhârî, Tevhîd, 57)

Hz. Peygamber anne babaları ve çocuklarını da Kur’ân’ı öğrenme ve onu hayatında gereğince tatbik etme hususunda teşvik etmiştir: “Kur’ân-ı Kerim’i okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyamet günü bir taç giydirilir. Bu tacın ışığı (güneşi evlerinizin içinde farz etseniz) dünya evlerindeki güneş ışığından daha güzeldir. O hâlde Kur’ân’ı bizzat öğrenen hakkında ne düşünürsünüz?” (Ebû Dâvûd, Tefrîu ebvâbi’l-vitr, 14)

Söyledikleriyle bize rehberlik eden Hazreti Peygamber (sav), uygulamalarıyla da bütün ümmetine örnektir. Onun, sabahları Haşr Sûresi’nin son üç âyetini okumak, (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 22; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 22) geceleyin Secde ve Mülk Sûreleri’ni okumadan uyumamak (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 19; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 9) gibi “günü Kur’ân’la yaşamaya” yönelik sünnetleri vardır. Her yıl Ramazan ayında, o yıl içinde inenler dâhil, o ana kadar nazil olan âyetlerin tamamını Hz. Cebrail’e okur, onunla karşılaştırma ve karşılıklı okuma yapardı. Bugün Ramazan’da yaygın olarak sürdürülen ve bir kişinin Kur’ân-ı Kerim’i okuyup diğerlerinin takip etmesine dayanan “mukabele” uygulaması böyle başlamıştı.

Peygamberimizin (sav) ömrünün son günlerinde sevgili kızı Fâtıma’nın kulağına, “o yılın Ramazan’ında Cebrail (as) ile Kur’ân mukabelesini bir değil iki defa yaptıklarını ve bunu vefatının yaklaştığı şeklinde yorumladığını” fısıldamış ve bunun üzerine Hz. Fâtıma ağlamıştı. (Buhârî, İsti’zân, 43) Hanımı Hz. Âişe (ra) ise Resûlullah’ın (sav) vefatından sonra gelip, “Onun ahlâkı nasıldı?” diye soranlara, “Kur’ân okumaz mısınız? Onun ahlâkı Kur’ân’dı.” cevabını vermişti. (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn ve kasruhâ, 139) Bazı âlimlerimizin ifade ettiği gibi Hz. Peygamber âdeta yaşayan canlı bir Kur’ân idi. Netice itibariyle Kur’ân, Hz. Peygamberin uygulayarak ashâbına öğrettiği, kıyamete dek kalacak en büyük Peygamber mirasıydı. Ve bu, bütün Müslümanların sahip çıkması gereken en yüce mirastı. Nitekim Sevgili Peygamberimiz bu vasiyetini şöyle dile getirmişti:

“Size öyle bir şey bıraktım ki ona sıkı sarılırsanız sapıtmazsınız; Allah’ın kitabı.” (Müslim, Hac, 147)