hicri.jpg-Muharrem Ayı ve Aşure Günü-kuranbahcesi.blogspot.com
Muharrem’in ilk 10 günü. On gece çok mübarek bir gece. Cenabı Hak ayet-i kerimede bu gecenin önemini, 10 gecenin ehemmiyetini bildiriyor. Bu on gecenin ilk gecesine, akşam namazından itibaren girmiş oluyoruz. Cenabı Hak inşaallah  ümmeti Muhammed için hayırlı ve mübarek eyler. 

Aşura Gününün Allah katında da çok seçkin bir yerinin olduğunu Fecr Suresinin ikinci ayeti olan "On geceye yemin olsun" ifadelerinin tefsirinden öğrenmekteyiz.

İnşaallah  bu on geceyi ihya ederiz.

Tabi bu bir hicret takvimi olarak, bir ay takvimidir. Hicri takvimi, ayın dünyanın etrafında dönmesiyle tespit edilmiştir.

622 senesinde Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicreti oldu. Bu, Rebiulevvel ayında vuku buldu. Fakat 1 Muharrem, hicret takviminin başlangıcı kabul edildiğinden, tarih 2 ay 8 gün geriye alındı, bu şekilde hicret hicri takvimin başlangıcı kabul edilerek  bir hicret takvimi başlamış oldu.

Muharrem ayı çok önemli hadiselerin meydana geldiği KUR’AN’da zikredilen dört hürmetli aydan birisidir. ON MÜBAREK GECE diye kur’anda geçen günler de Muharremin ilk on günü ile ilgilidir. Aşure günü de Muharrem ayının onuncu gününe denk gelmektedir.

Sene içindeki mübarek aylar, geceler ve mübarek günler, yüce Allah’ın, kullarına hususi büyük lütuflarındandır. Eski ümmetlere göre bu mübarek gün ve geceler, çok büyük ganimet ve nimetlerdir. Bunlar da Allah’a yakınlık ve dostluk sırrı vardır.

10 Muharrem Ayında Neler Oldu


Bugüne "Aşura" denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Hadis kitaplarında geçtiğine göre ise, bu güne bu ismin verilmesinin hikmeti, o günde Cenabı Hak on peygamberine on değişik ikram ve ihsan ettiği içindir. Bu ikramlar şöyle belirtilmektedir:

1-Adem Aleyhisselamʼın tevbesi bu günde kabul oldu. Demek ki bugün, 10 Muharrem günü "tevbe ve istiğfar" günü.

2-Hazreti Nuh  Aleyhisselamʼın tufandan kurtulup, gemisinin selamete erdiği gün. 10 Muharrem’de  Nuh Aleyhisselamʼın 950 sene süren çilelerle (dolu) tebliğ hayatındaki “sabır ve sebat”ını tefekkür günü.

3-İbrahim Aleyhisselamʼın Nemrut’un ateşine atılıp Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla kurtulduğu, bir cennet bahçesine döndüğü bir gün. Demek ki Hakkʼa dostluk yolunda karşılaştığımız ilahi imtihanlarda ki "halimizi muhasebe etme" durumundayız.

4- Musa Aleyhisselamʼın Firavun’un zulmünden, Yusuf Aleyhisselâm’ın kardeşlerinin attığı kuyudan kurtulduğu gündür. Demek ki bugün, büyük saadetler daima, büyük çilelerin ardından geliyor.

5-Eyyüp Aleyhisselam-ʼın hastalıklardan kurtulduğu gündür. Demek ki bugün, ilahî imtihanlarla karşılaştığımızda “sabır, rıza, şükür” halimizi gözden geçirme günüdür.

6-Ayrıca bugün, İslam tarihinin en acı felaketlerinden biri olan, Efendimizʼin aziz torunu Hazreti Hüseyin Efendimizʼin hunharca katledildiği gündür. Yani İslâmʼın bağrına hançer saplandığı gündür.

7-İdris Aleyhisselam'ın  semaya kaldırıldığı gündür.

8-Yunus Aleyhisselam'ın balığın karnından kurtulduğu gündür.

9-Davut Aleyhisselam'ın tevbesinin kabul edildiği gündür.

10-İsa Aleyhisselam'ın semaya kaldırıldığı gündür.

Aşure Günü Bol Rızık Almanın Fazileti


Yine 10 Muharrem günü, fazla erzak almanın bereketiyle alakalı, Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyuruyor:

“Kim Aşûre günü (nafaka hususunda) ailesine geniş davranırsa Allah Teala da bütün sene boyunca onun (o kişinin) rızkına bolluk ihsan eder.” (Taberanî, Evsat, IX, 121, Kebir, X, 77; Beyhaki, Şuab, III, 366)

Demek ki evimize rızkımızı bugün daha fazla almalıyız ki bugünün bereketinden bütün sene istifade edelim.

Cabir Radıyallahu Anh  bu rivayetle ilgili olarak;

“Biz bunu denedik ve öyle (büyük bir bereket) bulduk.” buyuruyor.

Yine İbni Uyeyne de:

“–Biz bunu elli sene, altmış sene tecrübe ettik.” (Münavi, Feyzu’l-Kadir, VI, 306)


Demek ki inşaallah  bu 10 Muharrem’de de evimizin rızkını biraz daha geniş tutalım. Bütün sene  onun bereketini görelim  Rabbimiz’in lütfuyla inşaallah.


İslam Ansiklopedisi Kaynaklarında Aşura - Yusuf Şevki Yavuz





Rivayeti şöyledir: “Âşûrâ Kureyş’in Câhiliye devrinde oruç tuttuğu bir gündü. Resûlullah da buna riayet ediyordu. Medine’ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretmişti. Fakat ramazan orucu farz kılınınca kendisi âşûrâ gününde oruç tutmayı bırakmış, bundan sonra müslümanlardan dileyen bu günde oruç tutmuş, dileyen tutmamıştır” (Buhârî, “Savm”, 69; Müsned, VI, 29-30). 


Abdullah b. Ömer’in aynı konudaki rivaveti de şöyledir: “Âşûrâ Câhiliye devri insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat ramazan orucu farz kılınınca Resûlullah’a âşûrâ konusu sorulmuş, o da, ‘Âşûrâ Allah’ın günlerinden bir gündür, dileyen bu günde oruç tutsun, dileyen tutmasın’ buyurmuştur” (Müsned, II, 57, 143). 

Ashap arasında ilimleriyle temayüz etmiş bu iki sahâbînin rivayetlerinden, âşûrânın Câhiliye devri Araplar’ınca önemli sayıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Hz. Âişe’nin âşûrâ gününde Kâbe örtülerinin değiştirildiğini anlatan diğer bir rivayeti de bunu desteklemektedir (Müsned, VI, 244). 

Araplar’ın, âşûrâ günü doğduğu rivayet edilen ve Kâbe’yi inşa eden ataları Hz. İbrâhim’in hâtırasına hürmeten bu günü yaşatmış olmaları uzak bir ihtimal değildir. Hz. Mûsâ ile İsrâiloğulları’nın Firavun’un elinden âşûrâ günü kurtulduğunu ve Hz. Nûh’un gemisinin Cûdî dağına aynı gün oturduğunu söyleyen yahudileri Hz. Peygamber’in tekzip etmemesi, hatta, “Biz Mûsâ’ya sizden daha lâyıkız” diyerek bu günde oruç tutulmasını emretmesi (bk. Buhârî, “Savm”, 69; Müsned, II, 359-360), âşûrânın Nûh’tan itibaren semavî dinlerde önemli bir yer işgal ettiğine işaret etmektedir.

Âşûrânın menşeiyle ilgili bu iki yorum dışında bazı tarih, hadis ve fıkıh kitaplarında yer alan haberler, bu günü Hz. Âdem’in tövbesinin kabul edildiği, Hz. Yûnus’un balığın karnından çıkarıldığı, Hz. Mûsâ ve Îsâ’nın doğduğu, Hz. Süleyman’a mülkün verildiği, Hz. Dâvûd’un tövbesinin kabul edildiği, Hz. Peygamber’in geçmiş ve gelecek bütün günahlarının affedileceğine dair kendisine Allah tarafından teminat verildiği ve Mekke’den Medineye hicret ettiği gün olarak tavsif ederler (Diyarbekrî, I, 360). Ne var ki bunları ilmen doğrulama imkânı olmadığı gibi bir kısmının yanlışlığı da ortadadır. Meselâ Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti 10 Muharrem’de değil 12 Rebîülevvel’de gerçekleşmiştir. Bunun dışındaki rivayetlerin ise İsrâiliyat*a dayandığı kabul edilmektedir.

Hz. Nûh zamanından beri bütün Sâmî dinlerde makbul sayılan âşûrâ gününde oruç tutmak yahudilere farz kılınmıştı. Onlar, yedinci ayları olan Tişrin’in onuncu gününe rastlayan âşûrâyı bayram telakki ederek birtakım merasimler icra eder ve bir yıllık günahlardan temizlenmek üzere oruç tutarlardı (Levililer, 16/ 30-34, 23/27). Câhiliye devrinde Kureyş’in de tuttuğu âşûrâ orucunu Hz. Peygamber bi‘setten önce tutmuş, sonra bir ara terketmişse de Medine’ye hicret edince Hz. Mûsâ’nın şeriatına uyarak ramazan orucu farz kılınıncaya kadar bir veya iki sefer o da bu orucu tutmuş ve müslümanlara da tutmalarını emretmiştir. Hatta bu konuda henüz bir emir bulunmamakla birlikte Resûlullah münâdîler çıkararak âşûrâ orucunu halka duyurmuş, geceleyin oruca niyet etmeyenlerin günün yarısında haberdar olsalar dahi o andan itibaren oruca başlamalarını emretmiş (Buhârî, “Savm”, 69), ancak ramazan orucunun farz kılınmasıyla bu orucu isteğe bırakmıştır. Ramazan orucunun farziyetinden önce yirmi dört saat devam eden âşûrâ orucunun bu tarihten itibaren müstehap olduğunda ittifak eden âlimler, Hz. Peygamber’in bu konudaki emrinin ramazan orucundan önceki dönem için vücûb ifade edip etmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe ile bazı Şâfiîler âşûrâ orucunun önceleri vâcip olduğunu, fakat bu hükmün ramazan orucu ile neshedildiğini, Hanbelîler ve bir kısım Şâfiîler ise müstehap olduğunu kabul etmişlerdir.

Hz. Peygamber’in âşûrâ orucunu tutmayı yahudilerden öğrendiğini, fakat aralarının bozulması üzerine bu orucu terkedip ramazanı farz kıldığını öne süren müsteşrik Caetani (İslâm Tarihi, III, 207-208) ile Wensinck’in (EI² [Fr.], I, 726) iddiaları son derece sübjektif ve hatta art niyetin bir ifadesidir. Zira, yukarıda da belirtildiği gibi, Araplar’ın Câhiliye devrinde âşûrâ gününe önem verip oruç tuttukları, Hz. Peygamber’in de bi‘setten önce bu oruca devam ettiği sahih rivayetlerle sabittir. Esasen Caetani’nin, bu haberin sadece Âişe rivayetiyle yalnız Buhârî’de bulunduğunu söylemesi araştırmalarının eksikliğini gösterir. Çünkü bu haber Hz. Âişe yanında Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Umeyr rivayetiyle de sabit olup bu rivayetler birkaç hadis kitabında mevcuttur (bk. Müslim, “Sıyâm”, 134; Tirmizî, “Savm”, 50; el-Muvatta, “Sıyâm”, 33). Caetani’nin, orucu Allah’ın değil Hz. Peygamber’in farz kıldığını öne sürmesi ise İslâm’a karşı kötü niyetli bir yaklaşımın tipik örneğidir. Her şeyden önce, ibadetlerin şekil ve zamanının Allah tarafından tayin edildiği hususu, bütün semavî dinlerin kabul ettiği bir gerçektir. Hz. Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ’nın dini üzere gönderilen (bk. el-Hac 22/78; eş-Şûrâ 42/13) Hz. Muhammed’in sadece yahudilere has olmayan âşûrâ orucunu emretmesi tabii bir şeydir. Böyle bir tavsiyeden yahudileri taklit ettiği neticesini çıkarmak, semavî dinlerin aynı kaynağa bağlı olduğunu kabul etmemektir. Kaldı ki Resûl-i Ekrem, yahudileri taklit etmemek ve hurafelerinin İslâm bünyesine girmesine engel olmak için müminleri uyarmış ve sadece âşûrâ günü değil muharremin dokuz, on ve on birinci günlerinde oruç tutmalarını tavsiye etmiştir (Buhârî, “Savm”, 69; Aynî, IX, 190). Âşûrâ orucunda, müslümanların yılın on iki ayı içinde değişen kamerî takvimi, yahudilerin ise kendilerine has şemsî-kamerî karışımı ve sadece eylül-ekim ayları içinde değişen bir takvimi kabul etmeleri, yahudiler kefâret orucu tutup bayram yaparken müslümanların geçmiş peygamberlerin sünnetine uyarak sadece oruç tutması gibi farklar, İslâm ve yahudi telakkilerini birbirinden ayıran hususlardır.

Âşûrâda oruç tutmanın fazileti konusunda sahih hadislerin bulunmasına karşılık o gün yıkanmak, gözlere sürme çekmek, süslenmek, kına yakmak, bayramlaşmak, hububat karışımı aş (aşure) pişirmek, sadaka vermek, mescidleri ziyaret etmek, kurban kesmek gibi fiiller hakkında sahih bir rivayete rastlanmamıştır. Hadis olduğu öne sürülen metinlerin birçoğunun gerçekte hadis olmayıp Câhiliye âdetlerine ve yahudi geleneklerine dayanması kuvvetle muhtemeldir. Zira bu âdetleri Resûlullah’ın ve ashabının yaptığına dair herhangi bir kayıt yoktur. Meselâ, “Âşûrâ günü sürme çeken helâk olmaz”, “Âşûrâ günü gusleden o yıl hasta olmaz” tarzındaki rivayetler son devir kitaplarında yer almış ve İbn Teymiyye’nin ifadesine göre bu gibi hususlar Ehl-i beyt’e buğzeden Nâsibîler tarafından uydurulmuştur (MecmûǾu Fetâvâ, II, 302).

Âşûrâ’nın İslâm tarihinde siyasî bir yönü de vardır. Hz. Hüseyin’in 10 Muharrem 61’de (1 Ekim 680) Kerbelâ’da şehid edilmesinden sonra Şîa için bu tarih önem kazanmış ve Hz. Hüseyin’in intikamını alma ahdinin tazelendiği bir matem günü olmuştur. Şiîler’in her yıl dövünerek, kendilerine  işkence yaparak tutmaya başladıkları  bu matem  orucu  Şiî-Fâtımî

devletinin himayesinde devlet merasimleriyle icra edilmiş, daha sonra bu merasimler İran’da gelenek halini almıştır (bk. TÂZİYE). Esasen dinin yasakladığı bu nevi bir matem, Şiî inancın canlı tutulmasında ve mezhep bütünlüğünün sağlanmasında önemli rol oynamıştır. Âşûrâyı Şîa’nın yas günü ilân etmesine karşılık Emevîler Kerbelâ faciasını unutturmak için bir vesile sayarak o günü âdeta bir bayram kabul etmişlerdi. Hatta Fâtımî Devleti’nin yıkılmasından sonra şenlikler düzenlenmiş, tatlı yiyecekler pişirilmiş ve bu konudaki bid‘atların haklı gösterilmesi maksadıyla çeşitli hadisler uydurulmuştur.

Müslüman Türkler’in dinî halk geleneğinde önemli bir yer tutan âşûrâ, aynı zamanda, muharremin onuncu günü başlamak üzere daha sonraki günlerde de özel merasimlerle pişirilip dağıtılan tatlıya (aşure) ad olmuştur. Çok eskiden beri devam eden aşure aşı Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilirdi. Helvacıların nezâretindeki aşçılar ve kiler ağaları tarafından hazırlanan aşure, muharremin onundan itibaren “aşure testisi” adı verilen özel kaplarla saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılırdı. Anadolu’da zengin aileler ve esnaf teşkilâtları tarafından pişirilen aşure sebilciler, duagûlar ve halkın iştirak ettiği merasimlerle dağıtılır, bazı bölgelerde aşure dağıtımından sonra kurban kesilirdi. Günümüzde de âşûrâ orucu tutmak ve aşure tatlısı pişirmek bütün canlılığıyla devam etmektedir.