Kur’ân-ı Kerîm 114 sûreden oluşmaktadır. Sûre başlarındaki besmeleler ile bazı mukatta‘ harflerin birer âyet sayılıp sayılmaması, bazı âyetlerin birleştirilerek sayılması, duraklardaki ihtilâflar gibi farklı sayım kriterleri sebebiyle âyetlerin sayısı farklı rakamlarla ifade edilmiştir. Mushaflardaki mevcut numaralandırmaya göre âyet sayısı 6236’dır. Daha çok kabul edi- len görüş de budur. Sûreler şekil bakımından kitapların bölümleri gibidir, âyetler ise cümleler ve paragraflara benzetilebilir. Sûre sayısının 114 olduğu konusunda bir ihtilâf yoktur. Giriş mahiyetindeki Fâtiha sûresinden sonra genellikle uzun sûrelerden kısalara doğru bir sıralama yapılmıştır. Sûre ve âyetlerin sıralanması, iniş (nüzûl) tarihine göre yapılmamıştır. Sûre sıralamasının Hz. Peygamber tarafından mı yoksa sahâbe tarafından mı yapıldığı konusunda üç görüş vardır:
a) Sıralamayı Allah’tan aldığı bilgiye dayanarak Resûlullah yapmış, daha sonra Hz. Osman resmî mushafı buna göre tertip ettirmiştir.
b) Sıralama sahâbenin ictihadına dayanmaktadır, bu sebepledir ki sahâbenin ellerinde farklı sıralama yapılmış mushaflar olmuştur.
c) Uzun sûreleri, hâ mîm ile başlayanları ve küçük sûreleri (Kur’ân’ın çoğunu) Hz. Peygamber sıralamış, geri kalanların sıralanması ise ümmete bırakılmıştır. Uzun tartışmaları ilgili kaynaklara bırakırsak bizim kanaatimiz, mushaf tertibinin Hz. Peygamber’in verdiği bilgiye dayandığı yönündedir (farklı tercihler için bk. Subhî es-Sâlih, Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân, s. 71 vd.; Osman Keskioğlu, Kur’ân Tarihi, s.170-172; Muhsin Demirci, Kur’ân Tarihi, s. 162 vd.).
Âyetlerin tertibi vahye dayanmaktadır. Âyet sayısıyla ilgili farklı rakamlar, bazı âyetlerin başlangıç ve sonlarının farklı tesbit edilmesi, sûrelerin başlarındaki besmelelerin âyet sayılıp sayılmaması ve bazı sûrelerin başında bulunan harflerin ayrı âyet olarak alınıp alınmaması konularındaki ihtilâfa dayanmaktadır. Bu sebeplerle âyet sayısıyla ilgili olarak (6204, 6214, 6219, 6225, 6236 ve 6600 gibi) farklı rakamlar tesbit edilmiştir. Elimizdeki mushafta âyet sayısı 6236’dır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken husus şudur: Sayımların tamamı mushafın bütününü ihtiva etmektedir; meselâ 6204 sayan 6600 sayana göre 396 âyeti inkâr etmiş, “Bunlar Kur’ân’da yoktur” demiş değildir. Rakam farkı yukarıda zikredilen sebeplere dayanmaktadır.
Kur’ân’ın yazıldığı tarihte Arap yazısı çok gelişmiş değildi; sesli harfler ve uzatma işareti bulunmadığı gibi şekilleri aynı olan (bâ-tâ-sâ, cim-ha-hı gibi) bazı harfleri birbirinden ayırmak için konulan noktalar da yoktu. Buna rağmen ana dilleri Arapça olan, ayrıca güçlü bir ezberden okuma geleneğine sahip bulunan sahâbîler, âyetleri Hz. Peygamber’den de dinledikleri için bu yetersiz yazıdan Kur’ân’ı doğru okumakta fazla güçlük çekmiyorlardı. Ancak hicrî ilk yüzyılın ikinci yarısından itibaren Arap olmayanların da İslâm’a girmeleriyle okuma güçlüklerinin çıkması üzerine şekilleri aynı olan harfleri birbirinden ayırmak için harfin üstüne veya altına bir, iki yahut üç nokta konulmaya; sesli harf yerine geçmek üzere hareke denilen işaretler; uzatma işareti olarak da harekesiz elif, vav, yâ harfleri kullanılmaya başlandı.
Resmî emir üzerine ilk defa Ebü’l-Esved ed-Düelî (ö. 69/688), bir heyetten de yararlanarak nokta şeklindeki harekeyi icat edip üstün yerine harfin üstüne, esre yerine altına, ötre yerine de önüne, farklı renklerle birer nokta koydu. Sonra Haccâc b. Yûsuf’un emriyle Nasr b. Âsım el-Leysî (ö. 90/708) tarafından harfleri birbirinden ayırmaya yarayan noktalar kondu (i‘câm). Aradan bir asır kadar zaman geçtikten sonra büyük dil âlimi Halîl b. Ahmed (ö. 175/791), bugün kullanılmakta olan harekeleri ve noktaları belirledi. Muhammed b. Tayfûr es-Secâvendî (ö. 560/1165), âyetlerin sonlarına, mânayı göz önüne alarak okuyana bu bakımdan kolaylık sağlayan, bugünkü noktalama işaretlerininkine yakın işlevleri olan ve adına secâvend denilen işaretleri koydu. Müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm’i hem farz ve nâfile namazlarında hem de namaz dışında ve çoğunlukla programlı olarak okudukları için gerektikçe mushaf, bu maksada uygun “menzil, cüz, hizb, ta‘şîr” gibi bölümlere ayrılmış ve bunlara mahsus işaretler de konmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatapları VII. yüzyılda Arabistan’da yaşayan Araplar’dır. Son peygamberin onlar arasından seçilmesinin doğal bir sonucu olarak önce onlar ıslah ve irşad edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliğinde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi. Bu durum ise kaçınılmaz olarak Kur’ân’ın Arapça olması, ayrıca belirtilen amaca hem de muhataplara uygun bir üslûp taşıması sonucunu doğurmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm söz şekli itibariyle ne şiirdir ne de nesirdir. O dönem Arapları şiire ve hikmetli sözlere düşkündüler; bu söz çeşitlerinin de alıştıkları şekilleri vardı. Allah, Kur’ân’ın cazibesini arttırmak için onların bu düşkünlüklerini dikkate almış, Kur’ân-ı Kerîm’e hem şiirin hem de hikmetli veciz sözlerin güzelliklerini, çekiciliğini ihtiva eden, fakat onlardan da farklı olan bir şekil ve üslûp vermiştir. Sûrelerin başlangıç ve bitişlerinde, kelimelerin seçiminde ve dizilişinde, âyetlerin bitişlerin deki kafiye benzeri ses uyumlarında bu özellik ve güzellikleri görmek mümkündür. Yukarıda “Kur’ân’ın Amacı ve Muhtevası” başlığı altında zikredilen beş bilgi grubu, ilk peygamberden beri bilinen ve yaşanan tevhid inancıyla insanın yaratılıştan gelen (fıtrî) ihtiyaçlarına ve meyillerine uygun düzenlemelerden ibarettir. Bu bilgiler Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bir metot ve üslûp içinde verilmiştir.
1. Hükümler, daha sonraları fıkıhçıların ve usulcülerin yaptıkları gibi, teorik bakımdan zaruri olmayan açıklamalardan arındırılmış kısa metinler ve kurallar şeklinde (metin tekniğinde ve sisteminde) değil, günlük hayatın doğal akışı içinde geçtiği, halk arasında konuşulduğu ve yaşandığı biçimde verilmiştir.
2. Farklı düşünce ve inanç gruplarıyla yapılan tartışmalarda felsefecilerin ve mantıkçıların kullandıkları metot ve deliller yerine bilgi, kültür ve eğitim bakımından orta dereceyi temsil eden halkın anlayacağı, ikna olacağı deliller (meşhûrât, müsellemât, hatâbiyyât) kullanılmış, felsefecilerin itibar ettikleri kesin deliller (burhan) bu kanıtların içine gizlenmiş, satır aralarında verilmiştir.
Müfessirlerin çoğu, bu iki bilgi grubuna giren her âyet için bir kıssa (hadise, olay) tesbit edip bunu ilgili âyetin geliş sebebi olarak göstermeye çalışırlar. Hâlbuki bazılarının özel sebepleri olsa da bu âyetlerin geliş sebebi, genel olarak Kur’ân’ın gönderiliş amacıyla ilgilidir, ona bağlıdır. Bu amaç insanoğlunu eğiterek kemale erdirmek, sapkın (bâtıl) inançları ve fıtratı bozan, kemal yolculuğunu olumsuz etkileyen davranışları (fâsid amelleri) ortadan kaldırmaktır. İnsanların zihninde, inanç ve hayatlarında dünden bugüne bâtıl inançlar ve fâsid ameller bulunduğu için ilgili âyetler gelmiştir. Allah’ın nimetlerini, geçmiş ümmetlere yaptıklarını, ölüm ve sonrasında insanların karşılaşacağı durumları anlatmadan onları uyarmak mümkün olmadığı için de bu gruplara giren âyetler gelmiştir. Bu sebepler geneldir, evrenseldir. Özel sebeplere (kıssalar, nüzûl sebepleri) bağlı âyetler oldukça azdır; bunların çoğunun hükmü (getirdiği düzenleme ve kural) dahi özel olayla sınırlı olmayıp yine genel ve evrensel değer taşır.
3. Allah Teâlâ kendi isimlerini ve sıfatlarını zikretmekte kulları için fayda görmüş; bunları, insanların fıtrî zekâları ve kavrayış kapasiteleriyle anlayabilecekleri bir seviye ve çerçevede açıklamıştır. Öte yandan “O’na benzer hiçbir şey yoktur” (Şûrâ 42/11) meâlindeki âyette de ifade buyu- rulduğu üzere, Allah’ın zâtı bakımından olduğu gibi isimleri ve sıfatla- rı bakımından da kullarıyla herhangi bir ortaklığından söz edilemez. Bununla birlikte O’nun isimlerinin ve sıfatlarının çoğu O’nunkilerle mukayese edilemeyecek derecede kusurlu olarak kullarında da vardır. Bunların insanda bulunması onun insan olarak kemalini, tamlığını, olmaması ise eksikliğini gösterir. Mutlak kemal sahibi olan Allah’ta ise bu kemale delil olan sıfatların bulunması ulûhiyyetin gereğidir.
“O’na benzer hiçbir şey yoktur” âyeti, Allah’ın kullara benzetilmesini engeller, insanların taşıdıkları için bildikleri birtakım isim ve sıfatların –eksiksiz, kusursuz olarak Allah’ta da bulunduğunun zikredilmesi ise O’nun benzetme yapmadan bir ölçüde tanınmasını sağlar, Allah’ı bilip tanımaya (mârifetullah) vesile olur.
Allah Teâlâ nimetlerini sayarken daha ziyade çeşitli kavimlerden şehirli veya göçebe insanların bildiği, tanıdığı, arzuladığı nimetleri zikretmiş; âlimlerin, kâmillerin, sultanların bildikleri ve arzuladıklarını sayıp dökmemiştir.
4. Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş ümmetlere ait ibretli olaylardan (kıssalar, eyyâmullah) bahsedilirken iki hususa itina gösterilmiştir:
a) Araplar’ın temas halinde bulundukları yahudilerden işittikleri peygamberlere ve ümmetlere ait kıssalara yer verilmiş; buna karşılık meselâ Çin, Hint, İran vb. ülkelerde cereyan eden olaylara temas edilmemiştir (sadece ateşperest olan İranlılar’la Ehl-i kitap olan Bizanslılar arasındaki bir savaşa Araplar’ın olaya gösterdikleri psikolojik ilgi sebebiyle bir değinme vardır; (bk. Rûm, 30/2-4).
b) Kitâb-ı Mukaddes’te görülenin aksine, kıssalar bütün detaylarıyla değil amaca hizmet edecek yönüyle ve bu ölçü içinde verilmiştir. Aksi halde anlatılanlar ya insanların ilgilerini çekmeyecek ya da detay verildiğinde tarihî macera yönü daha fazla ilgi çekeceği için amaç zayi olacak, yalnızca hikâye akılda kalacaktı.
5. Ölüm ve sonrasına ait olaylar anlatılırken, insanların âhiretteki azaptan korkmaları ve eşsiz, çekici nimetleri ummaları hedeflenmiş, anlatım ve tasvirlerde seçim buna göre yapılmış, buna uygun üslûp seçilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbuyla ilgili olup hemen herkesin aklına gelebilecek olan aşağıdaki iki soruya, Şah Veliyyullah bizce de isabetli olan şu cevapları vermiştir:
- Kur’ân’ın esas muhtevasını teşkil eden beş ilim (beş grup bilgi) neden bir defa zikredilip verilmek yerine çoğu tekrarlanarak verilmiştir?
Cevap: Bir sözü muhataba ifade ederken iki maksat güdülebilir:
1. Bilmediğini bildirmek ve öğretmek. Bunun için bir defa veya bir yerde söylemek yeterlidir. Bu suretle muhatap sözü duyup anlayınca bilmediğini bilir hale gelir ve maksat hâsıl olur.
2. Bilgiyi şuuruna yerleştirmek, onunla bütünleşmesini ve hayatına örnek almasını, okumasından lezzet duymasını sağlamak. Söylemekten maksat bunlar olunca sözü bir yerde ve bir kere söylemek yeterli olmaz, bununla amaca ulaşılamaz. Allah Teâlâ yüce kitabında âyetlerini, kimi zaman birinci, kimi zaman da ikinci maksatla ifade buyurmuştur. Bu sebepledir ki Kur’ân’ın yalnızca anlaşılması değil devamlı okunması da emredilmiştir. İkinci maksadın hakkıyla gerçekleşebilmesi için ise aynı konular ve bilgiler aynı kelime ve cümleleriyle değil değişik ifadelerle verilmiştir.
b) Kur’ân’ın verdiği bilgiler niçin –sonradan yazılan kitaplarda görüldüğü gibi sistematik bir düzen içinde değil de dağınık olarak verilmiştir?
Cevap: Allah’ın gücü mümkün olan her şeyi kapsamakla beraber bu konularda hâkim olan O’nun hikmetidir. Burada hikmet, kitabın gönderildiği kavmin (ilk muhataplar) dillerine, ifade alışkanlıklarına ve açıklama, konuşarak anlaşma üslûplarına uymayı gerektirmiştir. Bilindiği gibi Kur’ân geldiğinde Araplar ne ilâhî ne de beşerî bir kitabı tanıyorlardı. Eğer ilâhî kitap, üslûp yönünden ve sistematik bakımından sonradan düzenlenen kitaplara benzer şekilde gönderilseydi hem muhatapları bunu garip karşılar, gerektiği şekilde ilgi göstermez, benimseme ve anlama güçlüğü çekerlerdi hem de birinci sorunun cevabında zikredilen maksat hâsıl olmazdı (el-Fevzü’l-kebîr, s. 47-48).
0 Comments
Yorum Gönder