Birçok hadiste Kur’ân-ı Kerîm’in “yedi harf üzerine” indirildiği zikredilmiştir (Buhârî, “Fezâ’ilü’l-Kur’ân”, 5).


Bu “yedi harf”ten maksadın ne olduğu üzerinde değişik açıklamalar vardır. Bunlar içinde bize göre gerçeğe uygun olanı şu ikisidir:

a) Yedi harften maksat yedi Arap kabilesinin lehçeleridir.

b) Yedi harf aynı mânaya gelen kelimelerin birbirinin yerine kullanılmasıdır.


Bilindiği üzere Kur’ân, Arapça’nın Kureyş lehçesine uygun olarak vahyedilmiştir. Allah Kur’ân’la yeni karşılaşan ve Kureyş lehçesinden farklı lehçeleri bulunan Arap kabilelerine


kolaylık olsun diye bazı kelimeleri, aynı mânada olup onların kullandıkları kelimelerle de ifade buyurmuş yani bu kelimeleri de vahyetmiştir. Bu kelimelerin de sayısı yediyi geçmemiştir; yani bir mâna karşılığında en çok yedi farklı kelime kullanılmıştır.



Bu konuda zikredilen hadislerle yapılan açıklamalardan ortaya çıkan sonuç şudur: 

Kur’ân’a muhatap olan Arap kabileleri, ortak bir dil (Arapça) konuşmakla beraber aralarında lehçe farkları vardı ve farklı kabileler, bazı kavramlar ve nesneler (maddî varlıklar) için farklı kelimeler kullanırlardı. Hz. Peygamber Kureyş kabilesindendi ve bu kabilenin dili en gelişmiş Arap lehçesiydi. Kur’ân-ı Kerîm bu lehçede gelmiş olmakla beraber (bütün Kur’ân’ın değil) bazı kelimelerin farklı lehçe ve şekillerde okunmasına başlangıçta Allah tarafından izin verilmiş, hangi kelimelerin kullanılacağı da Resûlullah’a bildirilmiştir (yedi harf üzere inmesinin mânası budur). Kur’ân ve İslâm zihin ve gönüllere yerleştikten sonra Kureyş lehçesi yaygınlaştığı için artık bu ruhsata gerek kalmadığı, öte yandan (az da olsa) farklı kelimenin, ümmetin birliğine gölge düşüreceği yönündeki işaretler göz önüne alınarak, Hz. Osman zamanında ana nüshadan kopya edilen nüshalar Kureyş lehçesine göre yazılmıştır (Buhârî, “Fezâ’ilü’l- Kur’ân”, 3, 5).

Yukarıda açıklanan yedi harf meselesinin yanı sıra Arapça gramer özelliklerine ve tecvid (güzel okuma) kurallarına, bu konulardaki farklı anlayış ve uygulamalara dayanan kıraat farklılıkları İslâm âlimlerince ilk asırdan itibaren dikkatli bir incelemeye tâbi tutulmuş, o dönemdeki yazının okuma açısından pek çok seçeneğe açık bulunması gerçeği göz önüne alınarak sahih okuyuşların sahih olmayanlardan ayırt edilmesine özel bir önem atfedilmiştir.

Bu konu kıraat ilmi diye bilinen disiplin içinde etraflı bir şekilde ele alınmış olup Hz. Peygamber’e dayandığı kabul edilen “vücûhü’l-kırâe” (okuma şekilleri) için şöyle bir tasnif yapılmıştır: 

  • Kırâat-i seb‘a (genel kabule göre mütevâtir rivayete dayalı yedi okuma şekli), 
  • kırâat-i aşere (çoğunluğa göre mütevâtir, bazı âlimlere göre meşhur rivayete dayalı üç okuma şeklinin daha yedi okuma şekline eklenmesiyle elde edilen on okuma şekli), 
  • takrîb ise kırâat-i aşere imamlarının râvileri ile o râvilerin râvileri arasındaki küçük ihtilafları (bunları öğrenip okumayı) ifade etmektedir. 
  • Bu on kırâate eklenen dört kırâat daha vardır ki bunların şâz olduğu (muteber olan kırâat şartlarını taşımadığı) hususunda ittifak edilmiştir.

Gerek yedi harfin gerekse yukarıda işaret edilen değişik kıraatlerin şu iki önemli özelliği gözden kaçırılmamalıdır:

a) Bunların tamamında okuyuş şeklinin Hz. Peygamber’e dayanması esas alınmıştır.

b) İslâm inancı, ibadeti, ahlâkı ve değişik alanlara dair düzenlemeleri hususunda bu farklı okuyuşların değiştirici bir etkisi ve sonucu yoktur (bilgi için bk. İbn Atıyye, I, 43-48; Ahmed b. Muhammed ed-Dimyâtî, İthâfu-fudalâi’l-beşer fi’l- kırââti’l-erba’a aşer, Mısır, 1359, s. 5; Prof. Dr. İsmail Karaçam, Kurân-ı Kerim’in Nüzulü ve Kırââti, İstanbul, 1981, s. 249; Abdülhamit Birışık, “Kıraat”, DİA, XXV, 426-433).