miraç.jpg-Miraç Hadisesi- Detaylı Anlatım-kuran bahcesi.blogspot.comResulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:


- Sübhan olan Yüce Hak şöyle buyurdu:
- Ya Muhammed, benim katımda sen, cümle yaratılmışlardan daha kereme nailsin. Kıyamet günü sana o kadar ikram edeceğim ki, cümle âlem hayret içinde kalacak. 
Ya Muhammed, istermisin ki, ümmetin için neler hazırladığımı göresin.
- İsterim ya Rabbi.
Dedim, şöyle buyurdu:
- Kulum, elçim eminim Cebrail sana göstersin.
Oradan döner dönmez Refref göründü. Refref'in üzerine oturdum; beni aşağı götürdü. Sidre-i Münteha'ya kadar indim. Beni orada Cebrail karşıladı; şöyle dedi:

 

- Sana müjde ya Resulüllah. Sen cümle mahlukun hayırlısı ve cümle nebilerin ve resullerin seçilmiş çıkarılmışısın. Yüce mahlukattan birine, nebilerden resullerden birine, Allah-ü Taâlâ'ya en yakın meleklerden birine etmediği tahiyyatı ve tazimi yaptı.

C E N N E T L E R

Bundan sonra Cebrail bana şöyle dedi:
- Buyurun size cenneti göstereyim.
Sonra beni alıp cennete götürdü. Cennetin kapısına şunların yazıldığını gördüm.
- Sadakanın birine on sevap verilir.
- Borç verenin birine on sekiz sevap verilir.
Cebrail'e şöyle sordum:
- Sadakanın birine on sevap, borcun birine on sekiz sevap verilmesinin sırrı ve hikmeti nedir?
Şöyle anlattı:
- Ya Resulüllah, sadaka bazen muhtaç olana düşer; bazen da muhtaç olmayana. Ama borç öyle olmaz; o mutlaka layık olana verilir. 
Cennetin kapısının üst çıkıntılı kısmında şu üç satır yazılı idi:
- LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULLULLAH. (Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah'ın Resulüdür.)
- Önce gönderdiğimizi burada bulduk; yediğimiz yanımıza kâr kaldı; geriye bıraktığımızı kaybettik.
- Günahkâr kullar; bağışlayıcı Yüce Rabb.
        İkinci satırın kısaca açıklaması şudur:

    - Şu mallarımız ki, biz onları hayırlı yerlere harcadık, fakirler, zayıflara sadaka olarak verdik; onu bugün burada hazır bulduk. Şu mallarımız ki, onu yiyip bitirdik; bunun faydasını gördük. Şu mallarımız ki, onu da ölünce geride bıraktık; bunda da aldandık ve ziyan ettik.

       Üçüncü satırın açıklaması ise şöyledir:

      - Muhammed S.A. ümmeti büyük ve çokça günah işlerler. Onları hidayet nuruna irşad etmek sureti ile pirnur edip, Resullüllah S.A. ümmetlik bölüğüne koydu. Böylece, nur üstüne nur saadetine mazhar eden Yüce Rabbimiz tam manası ile bağışlayıcıdır. Onların küçük, büyük gizli ve aşikâr, bilerek ve bilmeyerek işledikleri cürüm ve günahlarını, ayıplarını af mağfiret edip sırf lütuf, kerem, fazıl ve inayeti ile meccanen umumi rahmetine nail eder; üstün cennetlerine koyar. Cümle nimetlerin en azizi ve en lezizi büyük rızasına kavuşturur. Bütün bunlarla Ümmet-i Muhammed'i  sair  ümmetlerden daha faziletli kılmış olur.

       Nitekim bu manalarda Allah-ü Taâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurdu:
- Söyle: Ey kendi aleyhlerinde haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü, Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz o, çok bağışlayandır; çok merhametlidir. (39/53)
          Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle buyurdu:
- Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder; kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. Allah'a inanıyorsanız; ehl-i kitap da inansaydı, kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler var; ama pek çoğu açıktan günah işleyenlerdir. (3/10)
        Bütün bu ayetlerde anlatılan mana, Ümmet-i Muhammed'e büyük bir müjdedir.

        Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
- Cennetin kapısı kızıl altındandı. Her kanadının kalınlığı beş yüz yıllık yoldu. O kapının dört yüz çivisi (veya direği-sütunu) vardı. İnciden, laalden (kırmızı değerli bir taş) yakuttan, zümrütten idi. Her çivinin ortasında bir büyük halka vardı. Bu halka, kırmızı yakuttandı; gayet büyüktü. İçinde kırk bin şehir vardı; her şehrin içinde de, kırk bin kubbe vardı. Her kubbenin içinde ise, kırk bin melek oturmuştu. Bu melekler ellerinde ikişer tabak tutuyorlardı; biri hulle, (Ağır pahalı elbise) biri de nur dolu idi.  
Bunları Cebrail'e sordum, bana şöyle dedi:
- Ya Resulellah, bunlar âdem'den seksen bin sene evvel yaratıldı. Bu makamda ellerinde tabaklar böylece beklerler; sırf sana ve ümmetine niyaz etmek için. Kıyamet günü, izzet ve saadetle ümmetin ile teşrif buyurduğun, buranın eşiğine kadem bastığın zaman, bu melekler hoş geldin ve izzet ikram babında bu tabaktakileri saçarlar.
Bundan sonra Cebrail, cennetin kapısını çaldı. Cennetin bekçisi olan Rıdvan:
- Kimdir?
Diye sordu.
Cebrail'im.
Deyince, tekrar sordu:
- Ya seninle beraber olan kimdir?
Muhammed'dir.
Deyince, tekrar sordu:
- Onun peygamberlik zamanı geldi mi?
Onun bu sorusuna da Cebrail:
- Evet, geldi.
Deyince:
Allah'a hamd olsun.
Deyip kapıyı açtı.
Gördüm ki, kapının bentleri gümüşten, eşiği inciden, çerçeveleri de cevahirden.
İçeri girince Rıdvan'ı gördüm. İşlemeli bir taht üzerine oturmuştu.
Meleklerde çevresinde el bağlayıp durmuşlardı. Bana tazim, lütuf ve keremde bulundular.
Selâm verdim; karşılığını verdi ve bana sevinçli göründü; müjdeledi:
- Cennet ehlilin pek çoğu senin ümmetinden dir.
Dedim ki:
- Bana ümmetimden haber ver.
Şöyle dedi:
Yüce Hak, cenneti üç kısıma ayırdı. İkisini senin ümmetine, birini de sair ümmetlere verdi.
Rıdvan'ın önünde, nurdan çokça anahtarlar vardı; gördüm. Sordum:
- Bu anahtarlar nedir?
Şöyle anlattı:
- Ümmetinden bir kimse:
- LÂ İLÂHE İLLALLAH. (Allah'tan başka ilâh yoktur.)
Derse, Yüce Hak onun için bir köşk yaratır. O köşkün anahtarını da bana teslim eder. O kimse, kıyamet günü kabirden kalktığı zaman, köşkünün anahtarını kendisine veririm. Gider köşküne girer.
Rıdvan'ın vekillerini ve askerlerini gördüm.
Cennetin kapısına bir vekilini koymuştu. 
Her vekilin hizmetinde yedi yüz bin melek vardı.
Yalnız. Rıdvan'ın yetmiş bin kumandanı vardı. Her kumandanın yetmiş bin askeri vardı.
Rıdvan'ın okuduğu tesbih duası şuydu:
- Büyük yaratıcı yüce bilgin zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Kerimlerin en kerimi Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Kendisine itaat edene sevap olarak naim cennetini ihsan eden Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. (1)
Bundan sonra, bana naim cennetlerini gösterdi.
Hâsılı: O kadar çeşitli nimetler gördüm ki, bütün ömrümü onun beyanı için harcasam, onu anlatıp bitirmek mümkün olmazdı.
Cennetin duvarlarını şöyle gördüm: Bir kerpiçi altın, bir kerpiçi gümüş, bir kerpiçi kızıl yakut, bir kerpiçi yeşil  zeberced, bir kerpiçi inci. Harç yerine misk ve kâfur kullanmışlardı.
Duvarın kalınlığı beş yüz yıllık yoldu.
Duvarı o kadar berrak ki, dışardan içerisi, içerden de dışarısı görünür. Ayna gibi idi.
Yedi kat sema, yedi kat yer, ArşKürsi onun duvarlarından seyredilirdi.
Cennetin toprağı, misk, anber ve kafurdu. Otları zafiran ve erguvan idi.
Cennetin ufak çakıl taşı yerine zümrüt, yakut, inci dökülmüştü.
Cennette köşkler gördüm. Bazısı yakutandı, kubbeleri de incidendi. Bazısı da cevahirden olup, kubbeleri de zümrüttendi. Bazısı da altındandı.
Her köşkte yetmiş bin saray vardı; her sarayda da yetmiş bin hücre. Her hücrede ise yetmiş bin hane vardı. Her hanenin de bazısında altından, bazısında gümüşten taht vardı. Her taht üzerinde zebercetten (zümrüt cinsinden) bir çadır, her çadırda ise, yetmiş bin yatak vardı. Yetmiş bin yatak pek süslü döşenmişti. Hiç bir yatak diğerine benzemiyordu; türlü anber, misk ile doldurulmuştu.
Orada bulunan hurilerin, giydikleri elbiselerden etleri, derileri, kemiklerive ilikleri görünüyordu. Her hurinin başında bir taç vardı; cevahirle süslenmişti. Her bir hurinin kırk bin zülüflü bukle misk saçı vardı. Her birinin zülüflü yetmiş bin zinetle bezenmişti. O zinetlerin her birinden çeşitli tatlı sesler çıkıyordu. Ki onları dinlemekten büyük lezzetler hasıl oluyordu.
Her hurinin önünde yetmiş bin hizmetkâr durmuştu.
Her tahtın etrafında altından ve gümüşten, inciden, zümrütten, kâfurdan kürsüler dizilmişti. Her kürsi diğer kürsiye benzemiyordu.
Cennette ırmaklar gördüm. Sütten, sudan, şaraptan, baldan. Her köşke bu dört ırmaktan kol ayrılıyor; o köşklerin içine akıyordu. Kâfurdan, beyaz, baldan tatlı, kokusu miskten güzel.
Orada çeşmeler gördüm. Selsebilden, tesnimden (yüksekten düşen su, şelale) . O ırmakların ve çeşmelerin kenarları altın, inci, gümüş ve yakuttandı.
O ırmakların içinde ki taşlar, kaynaklarda olan cevahir ve inciler çeşitli renklerle renkleniyordu. 
O ırmakların köpüğü misk ve anber idi. Çevresinde biten otlar, sümbül ve zafiran idi.
Orada ağaçlar gördüm şöyle ulu idi: Bir kimse, yörük atla yetmiş bin sene koşsa, onun gölgesinden çıkamaz. O ağaçların kökü altından, dalları yakuttan, inciden zeberceddendi. O ağacın yaprakları, sündüsten, (ipekli kumaş) harirden, (ipek) dibacdandı (atlas). Onun her yaprağı kaftan kafa (uctan uca) kadar dünyayı tutmuştu. O ağacın her meyvesi, büyük testi kadar iri idi. Her meyvede yetmiş türlü lezzet vardı. 
Her meyve kendisini cennet ehline arz eder. Cennet ehlinin gönlü o meyveyi istediği zaman, yerinden kopar; altın bir tabak içinde onun ağzı hizasına gelir. Hem de zahmetsizce, duraklamadan. O ağaç, bin yıllık uzakta olsa dahi, derhal isteyenin yanına gelirdi; dudağına yaklaşırdı. Cennet ehli is, onu istediği gibi yer. O yedikten sonra, hemen yenisi o meyvenin yerine çıkar.
O ağacın üzerinde kuşlar gördüm. Deve misali idiler. Cennette ne çeşit renk varsa, onların üzerinde o renkten vardı. Tahtların önünden geçip yüz çeşit ayrı sesler ve nağmeler çıkarıyorlardı. 
Cennet ehli o kuşlardan birine sorar:
- Sesin mi güzeldir, yoksa suretin mi daha güzeldir?
Ondan şu cevabı alırlar:
- Etim ikisinden de güzeldir.
Kuşun bu deyişi üzerine, o kimsenin iştahı olursa, derhal o kuş büryan olur; isteyenin önüne gelir. Nasıl isterse öyle yer. Yedikten sonra, o kuş tekrar ve hemen dirilir. O ağacın üzerinde nağmelerle ötmeye başlar; hep birden cennet ehlini överler.
Bana sekiz cenneti arz ettiler; bunların dördü bağ ile bostan idi.
O cennetler şunlardı:
          1- Firdevs Cenneti.
        2- Me'va Cenneti.
        3- Adn Cenneti.
        4- Naim Cenneti.
Şunlar, saraylar ve bağlar, bahçelerden ibaretti.
5- Dar'üs Selâm. (Selâm Yurdu)6- Dar'ül Celal. (Celal Yurdu)7- Dar'ül Karar. (Karar Yurdu)8- Dar'ul Huld. (Daimi Yurt)

     

                                                                                                           Devamı 17. Bölümde...




(1) Sübhan-el hallak-il alim. Sübhan-el kerim'il ekrem. Sübhan-el müsibü men etaahu cennet'in naim.