miraç.jpg-Miraç Hadisesi- Detaylı Anlatım-kuran bahcesi.blogspot.comBundan sonra, perde ardından bir melek elini çıkardı; göz açıp kapayacak kadar az zaman içinde perdeyi geçirip önüne koydu.

Resullüllah S.A. efendimiz, bundan sonrasını şöyle anlattı:
- O melek bana şöyle dedi:
- Ya Resulüllah, ileri geçin; benden öne gidin.
Ve az bir zaman içinde inciden bir hicaba (perde, örtü) götürdü. O hicabı tahrik edince, içerden:
- Kimdir o?
Diyen bir meleğin sesi geldi.
Benimle beraber olan melek şöyle dedi:

 


- Ben altın hicaba tayin olunan meleğim. Benimle beraber olan da izzet sahibi Rabbın elçisi Muhammed'dir.
İçeride ki melek:
Allah'ü Ekber.
Diyerek elini çıkardı; beni aldı. Göz açıp kapayacak kadar az zaman içinde o hicabı geçirip önüne koydu. Çokça saygı ve tazimde bulundu.
Bu yoldan yetmiş hicabı geçtim. O hicabların her biri bir başka cevherdi. Her hicabtan öbür hicaba kadar olan mesafe beş yüz yıllık yoldu. Her hicabın kalınlığı dahi beş yüz yıllık yoldu.
Bunları geçtikten sonra yalnız kaldım; o zaman Refref geldi. Bir yeşil döşek şeklinde zâhir (göründü) oldu; bana selâm verdi. Sonra şöyle dedi:
- Benim üzerime oturun; sizi ben götüreyim.
        Resulüllah S.A. efendimiz miraç gecesi beş şeye bindi. 

        Onların biri Burak idi; Kuds-ü Mübareke'ye kadar bindi.

        İkincisi Mirac idi; dünya semasına onunla yükseldi.

        Üçüncüsü Cebrail'in kanadı idi; hicaba kadar onunla gitti.

        Dördüncüsü meleklerdi; hicabtan hicaba onunla gitti.

        Beşincisi Refref 'ti; Allah'ın dilediği yere kadar onunla gitti.

        Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
Refref 'in üzerine bindiğim zaman, beni alıp Kürsi'ye kadar götürdü.
Yüce Hak, Kürsi'yi inciden yaratmış; gayet büyüktür. Onun büyüklüğünü kimse tarif edemez.
        Kürsi üzerine Yüce Hak Kur'an'da şöyle buyurdu: 
- Onun Kürsi'si yeri ve semaları aldı. (2/255)
        Müfessirlerin sultanı İbn-i Abbas R.A. tefsirinde şöyle anlattı:

        - Eğer yedi tabaka yerler ve yedi kat gökler yayılıp birbirine eklense Kürsi'nin yanında bunlar, büyük sahrada düşürülen küçük bir halka gibi kalırdı.

     Kürsi ile Arş arasında yetmiş hicap vardır. O hicaplar olmasaydı; Arş'ın nurundan Kürsi'de olan melekler yanardı.

        Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
- O hicapları geçtim.
Geçtiğim o hicaplar arasında tahtlar gördüm. Çeşit çeşit süslü cevherli yaygılarla döşenmişti. Etrafı sarılmış; üzerine de perdeler çekilmişti. Sanırsın ki: Sahinin gelmesi için hazırlanıp üzeri örtülmüş; sahibi gelince de örtüsünü kaldırıp üzerine oturacak. O perdelere bakanlara sordum:
- Bu tahtlarda kimler oturacak?
Şöyle dedi:
- Onlarda ruhlar oturacak.
 Sordum:
- Hangi peygamberlerin ruhları gelecek?
Şöyle dedi:
- Bunlar peygamberlerin rütbesine göre değildir; onların rütbeleri çok üstündür. Bu tahtlar senin ümmetinden iki zümrenin ruhları içindir. Onlar geleceklerdir.
Tekrar sordum:
- Onlar kimlerdir?
Şöyle anlattı:
- Bir tanesi şudur: Sana inzal olunan Kur'an-ı Azimüşşan'ın lafızlarını ezberine alır; manasını da bilir; neyi iktiza (gerek) ediyorsa onunla amel eder. Diğeri ise, şu zümredir: İnsanlar uykuda iken, onlar kalkıp gece namazı kılarlar.
Bu perdeler arasında gerçekten çok acayip işler, türlü türlü denizler, o denizlerin içinde hayret verici şeyler gördüm. Çeşit çeşit korkunç melekler gördüm. Ki, onları kavramak, onları anlatmak, beşer takatının (gücü) dışındadır.

A  R  Ş

O hicapların cümlesini geçip Arş'a ulaştım.
Allah-ü Taâla Arş'ı yeşil zümrütten yaratmış. Kırmızı yakuttan dört ayağı vardı.
Arş'ın, cümle yaratımışların syısı kadar dili vardı; daima o dillerle tesbih okurdu.
Arş'ın ayaklarının her birine bir melek yapışıp tutar; taa, kıyamete kadar. Kıyamet gününde her ayağına ikirşer melek yapışır: Ki sekiz melek tutacaklardır. O Arş'ı tutan meleklerin topuklarından ökçelerine kadar olan mesafe, beş yüz yıllık yoldur. Kulaklarının yumuşaklığından boyunlarına varıncaya kadar olan aralık beş yüz yıllık yoldur.
Arş'ı taşıyan melekler, Arş'ın şaşaasından ve nurunun ziyadesinden başlarını kaldırıp yukarı bakamazlar.
Arş'ı taşıyan meleklerden biri insan suretinde idi. Bu melek, daima insanların rızıklarının verilmesine ve suçlarının af ve mağfiret olunmasına şefaatle dua eder.
Onlardan bir tanesi de, akbaba suretinde idi. Bu da, kuşların rızıklarının verilmesi için dua ederdi.
Onların bir tanesi de, arslan suretinde idi. Yırtıcı canavarların rızıklarının verilmesi için dua ederdi.
Onların bir tanesi de, öküz suretinde idi. Hayvanatın rızıklarının verilmesi için dua ederdi.
Kürsi, yedi kat gökler ve yerler Arş'ın yanında sema altına asılmış bir kandil kadardı.
Arş'ın çevresinde yetmiş bin saf melâike tekbir ve tehlil okuyarak tavaf ediyorlardı. Bunların arkasında yetmiş bin saf melâike ayak üzeri durup tekbir ve tehlil okuyorlardı. Bunların da arkasında yüz bin saf melâike sağ ellerini sol ellerinin üzerine koyup her biri bir başka tesbih okuyordu; birinin tesbihi, diğerine benzemiyordu. Bu meleklerle, arşın arasında yetmiş bin hicap vardı.
Sonra, burada yeşil zümrütten bir inci tanesi gördüm; onun üzerinde şu satır yazılı idi: LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMED'UR RESULÜLLAH, EBU BEKR'İN SIDDIK ve ÖMERL'ÜL FARUK. (Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür. Ebu Bekir Sıddık ve Ömer_ül Faruk.)
Arş'ın Kürsi'nin kenarında, ayaklarında ve yedi kat gök kapılarının üzerinde: LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMED'UR RESULÜLLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür. ) kelime-i tevhid yazılmıştı. Bazısında ise, şu cümle eklenmişti: Onu Ali ile teyid ettim.
Arş-ı Azim'e vardığım zaman, büyük işler gördüm.
Arş'tan ağzıma bir damla düştü; öyle tatlı idi ki, ondan daha tatlı bir şey tatmadım. Onu yuttuğum zaman, Yüce Hak bana: Evvellerin ve âhirlerin ilmini ihsan etti; kalbimi nurlandırdı.
Arş'ın nuru beni sardı; o nura gark oldum. O nurdan başka bir şey görmedim. Açıldıkça, her şeyi kalbimle ve gözümle görür gibi oldum. Ardımda olan şeyleri iki omuzum arasından önümde olan şeyleri görür gibi gördüm.
Sonra, bütün bunları geçince bir hale eriştim ki, asla melek veya başkasına ait bir ses seda kalmadı. Bu hale erince, bana vahşet arız oldu. O zaman, Ebu Bekr'in sesi gibi bir ses bana şöyle dedi:
- Dur ya Muhammed, Rabbın namaz kılıyor.
Bu ses üzerine, o vahşet hali benden tamamen gitti. Kendi kendime şöyle düşündüm: Ebu Bekir burada ne arar? Acaba beni ileri mi geçti? Sonra, salât ki dua, manasındadır; Rabbım da dua etmekten yana münezzehtir.
- Bütün bunların manası nedir?
Diyerek düşündüm.
    Burada bilinmesi vacip olan bir husus vardır ki, o da şudur: Resulü Ekrem S.A. efendimizin oraya gitmesi Rabbini görmek için değildir. Çünkü Yüce Hak, mekândan münezzehtir. Resulüllah S.A. efendimizin oraya gitmesi, cümle mahlukatı temaşa edip, Yüce Allah'ın kudretine, azametine delâlet eden ayetleri görmek içindir. Nitekim Sübhan olan Yüce HakKuran-ı Kerim'inde şöyle buyurdu:
- Gerçekten o, Rabbının ayetlerinden büyük bir kısmını gördü. (53/11)
        İsra suresinde ise, şöyle buyurdu:
- Ayetlerimizden bir kısmını gösterelim. (17/1)
      Bunlardan başka yine bilinmesi vacib olan bir husus daha var ki, onu da anlatalım.        
       Şöyle ki:

      Bu anlatılan büyük şeylerde, mübalağa sanılmasın. Çünkü ayet-i kerimede, Âlemlerin Rabbı şöyle buyurdu:
- Gerçekten o, Rabbının ayetlerinden büyük bir kısmını gördü. (53/11)
        Bir şeyi ki, Âlemlerin Rabbı:
- Büyük...
        Diye anlatır; onun ne kadar büyük olduğunu var ondan kıyas et.

      Belki de,Resulüllah S.A. efendimiz gördüklerinin bazılarını, icmal (özet) yollu aklımızın ereceği kadar beyan etmiştir; çoğunu beyan etmemiştir. Çünkü, onların en büyüklerini tarif etmek mümkün değildir; zira beşer aklı onları anlamaktan yana kusurludur. Bunun için, onları beyan buyurmamıştır.


CEMAL-İ İLÂHİ'Yİ MÜŞAHADE


        Resulüllah S.A. efendimiz anlatmaya devam ediyor; Şöyle buyurdu:
Buradan Arş'a vardığım zaman, ayakkabılarımı çıkarmak istedim; Arş bana şöyle dedi:
- Ya Habibellah, mübarek ayakkabılarınla bana bas ki; ayakkabıların toprağına yüz süreyim.
Habib-i Ekrem'in ayakkabılarının üzerimde tozu vardır.
Diyerek iftihar edeyim.
Yine çıkarmak istedim; o zaman şu hitab-ı izzet geldi:
- Habibim çıkarma ki; Arş'ın senin ayağın tozu ile müşerref ve mükerrem olsun.
Şöyle niyaz ettim:
- Ya Rabbi, Musa Tur dağına münacaata geldiği zaman ona:
- Ayakkabılarını çıkar.
Diye hitab edip ayakkabılarını çıkarması için ferman eyledin.
Tekrar bana şu hitap geldi:
- Sen benim katımda ondan daha muazzez ve mükerremsin. O benim kelimimdir; sen benim habibimsin. Hele önüne bak, ne görüyorsun.
Baktım, bir derya gördüm. O kadar ki, sonu yok. Ucu bucağı görünmez. Bana yakın yerinde bir ağaç var. O ağacın üzerinde de, güvercin kadar bir kuş vardı. O kuş, ağzında mercimek tanesi kadar bir toprak parçası tutuyordu.
- Bu nedir? Bilir misin?
Diye bana sordu. Şöyle dedim:
- En iyi bilen sensin ya Rabbi.
Şöyle buyurdu:
- Sen daima benden ümmetin günahlarının affını istersin. İşte o derya benim rahmetimin misalidir. O ağaç da dünyanın misalidir. O güvercin misali kuş da ümmetinin misalidir; o toprak da onların günahının misalidir. Şimdi, ümmetinin günahları benim rahmetime göre ne kadar küçük, rahmetim ne kadar büyüktür; bunu müşahade ettin. Kalbini mutmin kıl. 
        Resulüllah S.A. efendimiz, akılların anlamakta aciz kaldığı: 

        - Sonra yaklaştı; derken sarktı. İki yay kadar; hatta daha yakın oldu. (53/8-9) 


        Âyet-i kerimesi ile belirtilen sırra mazhar olduğu zaman şu hitab-ı izzet geldi:

       - Yaklaş, ey halkın hayırlısı; yaklaş, ya Muhammed; yaklaş ki, dost dostu ile başbaşa kalsın.

     Böylece, mekândan münezzeh; keyf ve keyfiyetten ari; niteliksiz baş gözü ile Resulüllah S.A. efendimiz Sübhan olan Yüce Hakkın cemalini gördü.

         Ehli sünnet katında tercih edilen kavl (itikad) budur.

        Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
- Cemal nimeti ile mükerrem olduğumdan dilime şöyle demek geldi:
- ETTAHİYYATÜ LİLLAHİ VESSALAVATÜ VETTAYYİBATÜ. (Lisan ile sena, hamd ve ibadet, beden ile ibadet; mal ile ibadet ancak Allah-ü Azimüşşan'a mahsustur. Hak mabud ancak odur.)
Ben, böyle dedikten sonra, celâl ve ikram sahibi Yüce Allah şöyle buyurdu:
- ESSALAMÜ ALEYKE EYYÜHA'N NEBİYYÜ VE RAHMETULLAHİ VE BERAKATÜHU. (Selam sana Ey Peygamber. Yani: Dünya ve âhiretin cümle azaplarından ve kötülüklerinden dehşet ve şiddetlerinden selamette ol, ey şanlı peygamber. Allah'ın rahmeti ve bereketi de sana. )
Bu şekilde bana has bir selam verdi; buna karşılık şöyle dedim:
- ESSELAMÜ ALEYNA VE ALÂ İBADİLLAHİS-SALİHİN. (O selama icabet ve kabul ettiğimizden, dünyanın ve âhiretin selameti bizlere olsun. Yani: Bütün peygamberlere. Sonra, salih kullara olsun. Ki: Salih kullar Muhammed ümmetinin adıdır. Bu manaya göre:
- Selam ümmetiminde üzerine olsun. Demektir.)
Cebrail bu sırdan haberdar oldu; bulunduğu makamdan şöyle şehadet etti:
- EŞHEDÜ EN LÂ İLÂHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN ABDÜHU VE RESULÜH. (Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur; yine şehadet ederim ki, Muhammed onun kulu ve resulüdür.)



                                                                                                    Devamı 14. Bölümde...