kuran.jpg-Nesh-kuranbahcesi.blogspot.com
      Sözlükte “değiştirmek ve gidermek” mânasına gelen nesih ilk devirlerde mutlak olarak bu anlamlarda kullanıldığı halde fıkıh usulünün oluştuğu ve tedvin edildiği zamanlardan itibaren şöyle tanımlanmıştır: “Sonra gelen bir nassın, öncekinin (ikisi bir arada olmayacak) hükmünü kaldırması.” Bu iki anlayış farkı sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’de nesheden (nâsih) ve neshedilmiş bulunan (mensuh) âyetlerin sayısı farklı tesbit edilmiş, hükmü tamamen kaldırmayıp kapsamını daraltan, kayıt ve sınır getiren değişiklikleri de nesih sayan ilk devir yorumcularına göre sonraki usulcülerin tanımında mensuh âyet sayısı azalmıştır.

Allah’ın insana ve tabiata hâkim kıldığı kanunlar içinde bir de “değişim kanunu” vardır. Buna göre fert ve grup olarak insan bilgisi, becerisi, eseri… değişiklikler geçirmekte, bir cihetten ve bir zaman diliminde terakki ederken bir başkasında inişe geçmektedir. Bu kanun (kevnî hüküm) karşısında ilâhî dinlerin (şer‘î hükümler) uyumsuz kalması düşünülemez; çünkü dini gönderen de tabiat kanunlarını koyan da Allah’tır. Biri diğerinden sonra gelen iki din arasına uzunca bir zaman dilimi girdiği için evrensel ve ebedî olan hükümler dışında kalan tâlimat ve kuralların değişmesi (sonra gelen dinin, öncekine ait bazı hükümleri yürürlükten kaldırması) tabiidir. Ancak bir dinin tebliğ ve tatbikinin ilk yıllarında, muhataplarını yeni hükümlere ve uygulamalara  alıştırmak maksadıyla, birbirini değiştiren hükümlerin arka arkaya gelmesi câiz midir? Bu mesele öteden beri İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır.
Sahâbe devrinde anlaşıldığı gibi “özel bir hükmün geneli özelleştirmesi, mutlak olan ifadenin sınırlandırılması, bir kayıt veya vasfın ihtirazî (bağlayıcı) olmadığının açıklanması, ilk bakışta anlaşılan mânanın kastedilmediğinin beyan edilmesi...” kabilinden değişikliklerin, açıklamaların câiz ve vâki olduğu genellikle benimsenmiştir. A ve B gibi birbirine her yönden zıt iki hükümden, sonra gelenin öncekini yürürlükten kaldırması mânasındaki değişiklik (nesih) sünnî çoğunluk tarafından câiz görülmüş ve örneklendirilmiş olmakla beraber bazı âlimler “Nazarî olarak câizdir, fakat böyle bir örnek yoktur” tezini savunmuşlar; neshin gerçekleşmiş bulunduğuna örnek olarak çoğunluğun gösterdiği âyetleri farklı yorumlamışlar, arada çelişki bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Neshin gerçekleştiğini iddia edenlerden bir kısmı sayıyı hayli kabartırken Ebû Bekir İbnü’l-Arabî (ö. 543/1148), Süyûtî (ö. 911/1505) gibi âlimler sayıyı yirmiye, çağdaş âlimlerden Faslı Hâcevî on ikiye, Hindistanlı Şah Veliyyullah (ö. 1176/1762) beşe kadar indirmişlerdir (Veliyyullah, el- Fevzü’l-kebîr, s. 21 vd., 56; Hâcevî, el-Fikrü’s-sâmî..., I, 34 vd.; örnekler için bk. Hayrettin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, s. 62 vd.).
Şah Veliyyullah’ın mensuh olduğunu kabul ettiği beş âyetten üçü Resûlullah’la ilgilidir. Bunlardan biri ona mahsus evlenme hakkı, diğeri de yine bağlayıcılığı kendilerine özgü olan gece namazı (teheccüd) konusundadır; üçüncüsü ise onunla gizli bir şey konuşmak isteyenlerin önceden fukaraya sadaka vermelerini isteyen âyettir (Mücâdele 58/12). Bu üç âyetin mensuh olduğu kabul edilse bile ki, bu da tartışmaya açıktır ümmeti alıştırarak din kurallarını koyma gerekçesiyle bunların bir ilgisi yoktur; Hz. Peygamber’in hayatı ve hayatta olduğu dönemle ilgilidir. Geriye iki âyet kalmaktadır:
1. Bakara sûresinin 180. âyeti. Ana-babaya ve akrabaya mâkul ölçüde bir malın vasiyet edilmesini isteyen bu âyetin hükmünü miras âyetinin (Nisâ 4/11-12) kaldırdığı iddia edilmektedir. Halbuki miras âyetinin kendilerine belirli pay getirdiği akraba dışında kalanlara vasiyet mecburiyetini devam ettirdiğini, vasiyet âyetini kapsamını daraltarak yürürlükte bıraktığını düşünmek, âyetleri böyle yorumlamak ve uzlaştırmak mümkündür.
2. Enfâl sûresinin 65. âyetinde müminler savaşa teşvik edilmiş, bir müslümana karşı on düşmanla vuruşsalar bile galip gelecekleri bildirilmiş; 66. âyette ise sayı azaltılarak ikiye karşı bir oranında olsalar bile savaşı kazanacakları ifade edilmiştir. Bu âyetlerden ikincisinin birincisini neshettiğini söyleyenlere biz katılmıyoruz. Çünkü savaşta asıl olan kazanma ihtimali veya savaşa girme zaruretidir, bunlar da durum ve şartlara göre her zaman değişebilir (ayrıca bk. 2/106).